Simone de Beauvoir Felsefesi
Blog,  Felsefe

Simone de Beauvoir | “Kadın Doğulmaz, Kadın Olunur”

Simone de Beauvoir, Fransız yazar ve feminist filozof. En ses getiren yapıtı ise, modern feminizmin temellerini kurduğu İkinci Cins (Le Deuxième Sexe) eseridir. Beauvoir, “kadın doğulmaz, kadın olunur” vurgusuyla modern feminizme ilke niteliğinde bir bakış açısı kazandırır. Kadın doğulmaz, kadın olunur ifadesi, cinsiyetin ve kişiliğin toplumsal olarak inşa edildiğini ifade eder.

Beauvoir’a göre, bir kadın sadece biyolojik cinsiyetiyle doğmaz, aynı zamanda toplumun ve kültürün etkisiyle kadınlık rollerini ve kimliğini benimseyerek “kadın” haline gelir. Yani, kadınlık sadece biyolojik faktörlere değil, toplumsal normlara, beklentilere ve rollerin kabul edilmesine dayalı bir süreçtir. Kadın olmak doğuştan gelen, biyolojik veya fıtrat temelli bir unsur değildir. Kadın doğduğu toplumsal süreçlerin, deneyimlerin, yapıp etmelerinin sonucu olarak “kadın” olur.

Beauvoir’a kadın olma deneyimin anlamı üzerine düşünme ilhamını varoluşçu felsefe verir. Bir kadın olarak “kadın” kavramının derinine inmek… Bir kadın olarak, kadın varoluşunu çözümlemek. Beauvoir, “Cinsel ezilme nedir?” sorusunu sorarak feminist politika açısından da bir ufuk yakalar. Kadın olmak nedir? İkinci cins olma durumudur. İnsan vardır. Ancak insan tanımı, teorik ve pratik yaşamda kadını es geçerek, erkeğe yansır. Beauvoir, kadınlık durumunu ise şöyle tarif eder:

“Oysa kadınlık durumu özel bir biçimde şöyle belirlenir: Her insan varlığı gibi özerk bir özgürlük olan kadın, erkeklerin ona başka olmayı dayattığı bir dünyada kendini bulur ve seçer; onun aşkınlığı, özsel ve egemen olan başka bir aşkınlık tarafından sürekli aşılacağından bir nesne gibi donup kalması ve içkinliğe yazgılı olması beklenir.” (Beauvoir, İkinci Cinsiyet)

Erkeğin Aşkınlığı, Kadının İçkinliği

Beauvoir’in isyanı, ‘kadın da erkek de insandır ve ontolojik düzlemde insanın varlığı nasıl açıklanıyorsa kadının da varlığı o şekilde açıklanabilmeli’ şeklindedir. İnsan ise varlığı itibariyle “aşkınlık” yani özerk bir özgürlüktür. Özgürlük, aşkınlığın bir tezahürüdür. İnsan varlığı, özgürdür. Sorun ise, tarihsel ve toplumsal süreçlerin insanın özgürlüğüne ket vurmasıdır. Ve bu ket vuruş, eşit dağıtılmamaktadır. Tarih ve toplum erkekten, erkeğin kendini birinci cins ilan etmesinden, kadını ise “başka” olarak tanımlamasından yanadır.

Aşkınlık, varlığımızın nesneleştirilemeyen, durağan olmayan, bir kimliğin içine sıkıştırılamayan, hep devinim halinde olan hareketidir, bir dünya kurma gücüne sahip olan yaratıcı tarafıdır. Ancak insan sadece aşkınlıktan ibaret değildir, içkinlik yanı da vardır. İçkinlik yanı ise yaşamını idame ettirmek için zorunlu, yinelenen gereksinimlerin alanı diyebiliriz. Beauvoir, ataerkil düzende kadının içkinlik alanına hapsedildiği, aşkınlık tarafının ketlenmiş bir varlık haline getirildiğini söyler.

Beauvoir, kadınlık özgürlüğünün erkek özgürlüğü kadar özsel sayılmadığını, erkeğin özgürlüğü tarafından “aşıldığını” söyler. “Nasıl olur da kadının özgürlüğü erkeğin özgürlüğü tarafından aşılabilir? Bunu sağlayan erkek egemenliği ise onu kuran nedir?” Erkeklerin kadınlardan daha güçlü olduğu savı yeterli bir açıklama olarak gözükmez. Zira bu güç, meşruluğunu tesis edemediği müddetçe her zaman aşılabilir… Erkek egemenliğinin meşruluğu için asıl gerekli olan şey ise “kadının inşası”dır. Erkek, kadını “başka” olarak tanımlayarak egemenliğini gerekçelendirir.

Kadınlık durumu, kadının varlığındaki özgürlük imkanıyla ilişkini etkiler ama kadın içkinliğe yazgılı değildir. Peki, kadınlık durumunda kadının varlığını gerçekleştirmesinin yolları nelerdir? Bu yollardan hangileri onu çıkmaza sokar? Bağımlılık içinde bağımsızlığa nasıl ulaşılabilir? İkinci Cinsiyet’in önerdiği mücadele biçiminin esasının, kadının kendisinin erkeğe göre tanımlanmaması olduğu söylenebilir.

“Bir erkek, erkek oluşuyla doğru yerdedir, yanlış yerde duran kadındır. Fiilen mutlak bir insan tipi vardır, o da erkektir. Kadının yumurtalıkları, bir dölyatağı vardır; işte bunlar kadını öznelliği içine kapatan özel koşullardır.”  (Beauvoir, İkinci Cinsiyet)

Mutlak Başka Olarak Kadın | Simone de Beauvoir

Kadının ve erkeğin varlık özelliklerinin bir farkı yoktur. Buna rağmen o insanlıktan dışlanan ve ikincil konuma gelen bir varlık unsuru olarak ele alınır. İkincil olarak ele alınmasının, “Mutlak Başka” diye tabir edilmesinin sebebini insanlar biyolojik, toplumsal, psikolojik unsurlarda ararlar. Beauvoir, bunların hepsini eleştirir ve çökertir. Bu disiplinlerin kategorileştirme çabaları asla yeterli değildir. Ve günümüzde de, şayet karar mercii bilim ise karşı cinslerin ötekileştirmeye zeval verecek bir farkı olmadığı apaçıktır. Ki mesele sadece iki cinste değildir. Gerçekten insan cinsinin iki tane olup, olmadığı da şaibelidir. Özetle, kadının tarih boyunca “başka” oluşunun sebebi, kendine içkindir.

Kadın, ezelden beri nesnedir, doğadır, maddedir, ötekidir. Modernizm’le birlikte ise durum daha da karmaşıklaşır. Doğa fethedilmesi gerekendir, zira kadın da öyle. Kadın, doğadır. Ve çoğu kültürde doğurganlığıyla tasvir edilir. Vahşidir. Ve en önemlisi ataerkil bir düzenin planlarına tehdittir. Onu “başka” olarak nitelendirmek, ötekileştirmek… Kadını içkin alana hapsedip, aşkınlığını unutturmak, kadına kendi özünü unutturur. En bariz çıktısı ise kadına, insan oluşunu unutturmasıdır. Böylelikle kendi dışına çıkamayan, kendini aşamayan, kendi varlığını olumsuzlayamayan kadın, özgürlük denilen kavrama yabancı kalmaktadır. Zira kendine zaten yabancılaştırılmıştır. Ve en kötüsü de bu sürecin farkında bile değildir. Çünkü kendisi de “başka” olduğunu kabul etmiş, “ikinci bir varlık türü”, ataerkil dilin ona verdiği sıfatlardan ibaret olduğunu kabullenmiştir. 

“Erkek Özne’dir, Mutlak olandır, Kadın Başka’dır.” (Beauvoir, İkinci Cinsiyet).

Simone de Beauvoir’a göre erkek özne olabilirken kadın, hiçbir zaman diyalektiğe giremeyen “Başka” olarak kalır. Tarihte özgürlüğün gelişimine baktığımızda erkek, tanınma mücadelesine girerek özneleşmiş, Hegelci anlamda Tin’in bilincine vararak Mutlak’a ulaşmıştır. Buna karşın kadın, Mutlak Başka olarak kurulduğu için özgürlüğün tarihsel olarak gerçekleştiği diyalektiğe girememiştir. O halde yapılması gereken özgürlüğün tarihsel akışına kadını da dahil etmek adına onu “Mutlak Başka” konumundan çıkarmaktır.

Kadın mutlak başka olarak hem yüceltilmiş ve hem de erkeğin hizmetkarı haline gelmiştir. Peki bu tarihsel düzlemde kurulmuş “mutlak başkalık” aşılamaz mı? Ekonomik bağımsızlık, günümüzde de kadının özgürlüğü için elzem kabul edilir. Beauvoir’a göre bu yeterli değildir. “Kadın, erkeğin efendi olduğu bir dünyada ekonomik bağımsızlığa ve özgürlüğe sahip olsa bile, kendi değerleri uyarınca dünyaya şekil veremedikçe bu özgürlük, içi boş bir özgürlük olur. Bugün kullandığımız dille söylersek, toplumsal cinsiyet eşitliği yoksa bir “hiç” içindir, bu özgürlük.” (İkinci Cinsiyet, Ön Söz: Zeynep Direk)

Kadın, tarihsel süreçteki toplumsal rollerin yüklerini omuzlarında taşımaya devam eder. Kız çocuğu, anne, eş, sevgili vs. olmaya devam ettiği gibi, sanki çok sorumluluğu ve rolü yokmuşçasına bir de bunların yanına ekonomik özgürlüğü için çalışan, akademik kariyer yapmak isteyen bir kadın rolü peydah olur. Ve orada da bir ötekileştirme meydana gelir. Kadın, narinliğinden, feminenliğinden, doğurganlığından, tarihsel süreçteki “kadın”ın dışarıya vakıf olmayışından vurulur.

Kadın, evin dışına ait değildir ve en çarpıcısı erkekler kadar ‘iyi’ değildir. Ataerkil sistem, kadına sus payını verdiğini umarak, zihniyetini sürdürür. Kadını, evinden çıkarmış gibi gözükür. Yine ataerkil sistem, özgürlüğünü kadına vermiş gibi böbürlenir, oysa zihniyet aynıdır. Biz artık modernizdir, kadınlarda çalışabilir ama erkekler kadar iyi ve başarılı bir şekilde değil…  Egemen zihniyet, kadının sokağa çıkmasını, fabrikalarda çalışmasını, kendi parasını kazanmasını istediğinden kadına sözde “özgürlüğünü” vermemiştir. Mecbur kalmıştır. Dünya savaşları, kapitalizmin çarklarını durdurmuş, sanayileşme sürecini ketlemiştir. İş gücü lazımdır. Erkekler ortalıkta olmayınca, kadına gerek duyulmuştur. Lütfetmemişlerdir. Mecbur kalmışlardır.

O halde amaç ne “soyut” anlamda haklara sahip olmak ne de sadece ekonomik bir bağımsızlık kazanmaktır; amaç özgürlüğü bilfiil, etkin, dünya kurucu hale getirmektir; her insan için! Özgürlük, insanın varoluşunun hareketi içinde kendi özünü kurması ve dünyada açığa vurmasıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliği de ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Sözde değil, gerçek bir toplumsal cinsiyet eşitliği amaçlanıyorsa ancak “insan” adına ne kadar cins varsa, -şayet gerçekten “insan” kavramı dışında bir cinsleşme durumu söz konusuysa- kendi özünü kurması ve dünyada bu özü açığa vurabilmesi özgürlüğüyle mümkün olabilir.