Batı Felsefesi,  Felsefe

Kierkegaard- Varoluşçuluk ve Kaygı| Kendini Aşma Süreci

19. Yüzyıl Danimarka’sında doğan Kierkegaard, doğmuş olduğu ülkenin kasvetli havasını hayatı boyunca üzerinde taşıyarak üç ayrı melankolik dönem yaşamıştır. Bunlardan ilki kendisi daha küçük yaşlarda iken babasının inançlı biri olmasına rağmen Tanrıya küfretmesine şahit olması, ikincisi tek ve gerçek aşkı olan nişanlısının onu terk edip başkası ile evlenmesi, son olarak da kendisi otuz üç yaşındayken kardeşlerini kaybetmesiyle sıranın kendine geldiği hissi ile ölümü düşünmesidir.

Kierkegaard, bir teolog olmasına rağmen Pavlus’un temsil ettiği kurumsal Hıristiyanlığı reddetmiştir. Çünkü onun nezdinde kilise kurumu Hıristiyanlığa karşı bir yapıya sahiptir.

İnsan ve Tek Gerçek Olarak “An”

İnsanın en iyi bilebileceği şey yine insandır diyen Kierkegaard tüm dikkatimizi kendimize verip, ona yönelirsek orada biricik varlık olan insanı görebileceğimizi söylemektedir. Burada karşımıza çıkan insan ise her an oluş halinde olan yani var oluşan bir varlıktır. Bu oluş halindeki insanın diğer insanlarla arasında bir bağ olmamasından dolayı kapalı ve yalnızdır. Bu dünyada yalnız olan insanın, doğrudan bilebileceği tek zaman ise an’dır. Çünkü an’ın bilgisi tek gerçek bilgidir. Diğer bilgiler ise bu an’dan yapılan çıkarsamalar sonrasında ortaya çıkmaktadır.

Özgürlük konusunda Kierkegaard, bir teolog olmasına rağmen insanı determinizmin kıskacından söküp çıkarmaktadır. O’na göre insan tüm yaşantısını kendisi belirleme olanağına sahiptir ve yaşamını  nasıl sürdüreceği konusundaki tek yetkili irade sahibidir.

Kierkegaard ve Kaygı – Kendini Aşma Süreci

Kierkegaard, oluş halinde olan ve biricik bir varlık olarak gördüğü insanın Tanrı ile ilişkisini ‘Kaygı’ kavramı üzerinden tanımlamaktadır. İnsan onun deyimiyle Tanrı karşısında yapayalnızdır ve bu yalnızlığı ile insan Tanrı önünde kaygılı bir duruş sergilemektedir.

Kaygı, insanın özü ve varlık yapısı ile ilgili varoluşsal bir durumdur. O, insanın doğasından, yapısından kopup gelir. İnsanlık niteliği arttıkça kaygı da yoğunlaşır, sentezdeki ruhsallık güçlendikçe kaygı da güçlenir. Kaygının yoğunluk derecesi insan olmanın, bir ben olmanın derecesini de verir.

 Peki bu indeterminist ve Tanrı önünde Kaygı ile kendini var eden insan kendisine nasıl bir yaşam şekli belirlemektedir?

 Bu soruya Kierkegaard üç aşamalı bir yaşam şekli açıklaması getirir, bunlar: Estetik, etik ve din aşamalarıdır. Bu aşamalar arasında bir geçirgenlik söz konusudur. Bu yaşam piramidinin en altında bulunan insanı Don Juan olarak isimlendiren Kierkegaard piramidin bir üst basamağında yer alan etik yaşamda kendini bulan insanı bu hayatın boşluğunu anlayan insan olarak tanımlar.

 Burada dikkat çekici olan nokta estetik alandan etik alana geçişin diyalektik bir süreç ile değil bir sıçrama’ yani kendini aşma süreci ile olabileceğidir. Bu sıçramayı yapamayan yani estetik hayattan vazgeçemeyen insan ise umutsuzluk içinde yaşamaya devam edecektir. Bu yaşam piramidinin en üstünde yer alan insan ise, dini bir hayat yaşayarak  bu dünyaya atılmış olduğunun farkına varan ve sonunda kendini bulan insandır. 

Don Juan olarak yaşayan insan, zevk peşinde koşar ve onun hayatı gerçek değildir. Etik yaşam içerisinde olan insan ciddi ve gerçektir ancak tam anlamıyla yaşamı hakiki bir yaşam değildir. Dini bir hayatı yaşayan insan ise, dua eder ancak bu dua Tanrı’nın onun sorunlarını dinlemesi için değil insanın Tanrı ile bir bağ kurabilmesi içindir. İşte bu yüzden insan yaşantısının en yüksek aşaması dinsel hayattır.

Saçma Olduğu İçin İnanıyorum!

Kierkegaard açısından iman, bir düşünce değil insan ve Tanrı arasında kurulan bir bağdır. İman, saçma olarak kendisini ortaya koyar. Bu yüzden O, Tertilyanus’un ‘Saçma olduğu için inanıyorum’ sözünü benimser ve imanın ‘saçma’ olduğunu söyler. Buradan hareketle akıl ve iman arasında bir ‘yarık’ olduğunu söyleyerek iman ve aklın birbiri ile uyumlu olduğunu düşününlere karşı bir tavır takınmıştır. Çünkü akıl başka bir alanda işlerken iman da aynı şekilde başka bir alanda işlemektedir.

Mükemmel aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir.

Kierkegaard ve Öğrenmenin Dayanağı | Tanrı

Kierkegaard, Sokrates’in anımsama öğretisine karşı çıkmış ve öğrenmenin dışsal olduğunu söylemiştir. Bu öğrenmenin dayanağı da Tanrı’dır. Sokratik düşüncede öğrenci hakikatin kendisi olup, öğretmen onda zaten var olan bilginin ortaya çıkması için bir vesiledir. Kierkegaard’da ise, öğretmen Tanrı insan da öğrenci olmalıdır ve iman ile sadece öğretmene tutunmalıdır. Tanrı’nın kendisinin esinlenmesinden sonra insanın onun karşısında olmak istemesi ile insanda bir umutsuzluk meydana gelir. Oysa ki somut ve bireysel Ben’in sonsuz bir Ben’e dönüşmesi için Tanrı’nın karşısında olunmaması gerekir. 

Akıl imanın altını oyar.”

Pagan inancına sahip insanın günahı da işte tam bu noktada başlar. Çünkü Pagan inancına sahip insanın günahı Tanrı’nın karşısında olunmaması gerektiğini bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Pagan, günahtan bihaberdir. İmanlı insan ise günahtan uzak durandır. İmanlı insana Tanrı ile konuşabilmesi için vahiy gelmesine gerek yoktur. Çünkü insan her an Tanrı’nın huzurundadır ve iman da düşünmenin anlamını yitirdiği yerde başlar.

KAYNAKÇA

  • Rönesans Yeniçağ ve 19. yy Felsefe Tarihi – Ali Taşkın – Metin Becermen
  • Korku ve Titreme – Kierkegaard
  • Ölümcül Hastalık – Kierkegaard