Blog,  Felsefe

Kavanozdaki Beyin Paradoksu Üzerine…

Kavanozdaki Beyin Paradoksu

Kavanozdaki beyin paradoksu felsefe alanında en içinden çıkılmaz ve sorular üstüne sorular doğuran argümanlardan biridir. Kavanozdaki beyin argümanı, düşünsel alanda şunu hayal etmemizi ister: Beynimiz bir kavanozun içine alınmıştır ve belirli kablolarla ileri düzey bir sisteme bağlanmıştır. Ve o sistemden kablolar aracılığıyla beynimize duyularımızın algıladığı sinyaller gider ve beyin bunları algılanılan duyuya göre işlemektedir. Bu durumda kavanozun dışında bir gerçeklik söz konusu olabilir mi? Sanal bir simülasyonun içinde gerçek dahi olmayan şeylerin, bizlere gerçek olarak gelmesi onları gerçek bir varlık yapar mı?

Duyular aracılığıyla beynimize sinyaller gitmektedir. Göze gelen ışık ve kulağa gelen ses belirli elektrik formatına çevrilerek işlenebilmesi için zihnimize iletilir. Beyin iletilenleri görsel, işitsel gibi belirli imgelemelere çevirmektedir. Bizim ve bilimin umduğu ve kabul ettiği gerçeklik budur. Peki ya böyle değilse? Beynimiz bir kavanozun içinde, yapay biyolojik elektrik sinyalleri gönderen bir sistemden verileri alıyor ve işliyorsa… Başını okşadığımız bir köpek, kokusunu duyduğumuz yağmur kokusu, sarılarak huzur bulduğumuz bir sevdiğimiz veya nefret duyduğumuz bir yemeğin tadı… Bunlar gerçek midir? Duygular, duyular, düşünceler gerçek bir zeminden sahici bir şekilde mi bize işleniyordur?  Böyle bakıldığında var olan gerçeklik bizim duyumsadıklarımız değil, elektrik sinyallerinin verilerinden ibaret oluyor gibidir ancak bu şu soruyu doğurur:

Durum böyleyse beyin denilen şey nedir?

 Beynin var olma boyutundaki özü, maddesi, formu nedir? Beynin imgelemini de bize, sistemler gösteriyorsa ve bizde onu ceviz görüntüsünde bir yapı olarak düşlüyorsak… Onun varlığının da ne olduğunu tam anlamıyla bilememekteyizdir. Yapı, biçim, form, maddeye dair şeyler kabloların içine veri olarak sığarak bize aktarılıyordur. Böyle bir paradoksta tek emin olabildiğimiz şey belki de “ben”, Descartes’inde dediği gibi düşünebilen bir ben. Rüyada olduğumu sorgulayan, yemeğin tadını aldığını, bir şeyin kokusunu duyduğunu sana bir ben… Düşünebilen, algılayabilen –ya da sanan- bir benlikten söz edilmesi gerekiyor. Bu da varoluşun en temel sorularından biri de doğuyor; “Ben kimim?” Kavanozdaki bir beyin mi? Deneyimleyen mi? İstence bağlı olmasa bile dışarıdan bir etkiyle bir şeyler algı alanına veriliyor dahi olsa deneyimleyen yine de zihin değil midir?

Kavanozdaki beyin argümanı sorularının arasındaki cevap arayışında bir şeyin var olduğunu çıkartıp, kendimizi rahatlatmak istiyorsak “deneyimleyen, algılayan, düşünen” kesinlikle vardır denilebilir. Deneyimleri sunan, algılatan, düşündüren bir şey daha gerekliyse eğer, buna da “Tanrı, Sistem, İleri düzey sistemli bir bilgisayar veya Matrix” diyebiliriz. Böyle bir düşüncenin zihni, varlığa getirmenin, özneyi var olanın merkezine koymanın zeminini Modern filozof Descartes tam anlamıyla ortaya atmıştır. Ne kadar Anti-Kartezyenciler tarafından felsefesi çürütülse  ve boşta kalan yerleri ortaya çıkarılsa da zihnin, düşünen bir varlığın varlığı bertaraf edilememektedir. Belki de günümüzde bile modernler böyle bir paradoksu Descartes’ten sonra tekrar ortaya atarak bedeni, varlığı, doğayı tekrar ikinci plana atıp, zihni düşünmek onu ön plana almak için bir yol bulmuşlardır…

Var olan zihindir, var olan algıladığımızı sandığımız ve bize verilen gerçekliği olmayan buna vesile olan şeydir. Dışarıdaki kuş, solucan, ağaç, insan belki de gerçek değildir. Ya sanal simülasyonda buluşuyoruzdur ya da solipsizme götürecek bir düşünsel süreç yaratıyoruzdur. Gerçekliği olmayan bir şeyin önemi yoktur. Beynim kavanozdaki bir şeyse tek gerçeklik düşünceleriyle var olan, zihnimdir.