
Nedir Bu Sosyoloji? | Devrimsel mi? Evrimsel mi?
Sosyoloji kelimesi, Latince socius (toplum, ortak) ve Yunanca logos (bilim, akıl, söz) kelimelerinin birleşiminden türetilmiştir. Bu terim ilk kez 19. yüzyılda Fransız düşünür Auguste Comte tarafından toplumu bilimsel olarak incelemek amacıyla kullanılmıştır.
Sosyoloji, bireylerin, grupların ve kurumların toplum içindeki etkileşimlerini, yapıları ve değişim süreçlerini bilimsel yöntemlerle inceleyen bir sosyal bilim dalıdır. İnsan davranışlarını, kültürü, normları, sosyal tabakalaşmayı, kurumları ve toplumsal değişimi anlamayı amaçlar.
Yani, sosyoloji bireyi değil, bireylerin oluşturduğu toplumsal yapıları ve bu yapılar arasındaki ilişkileri analiz eden bir disiplindir. Bu genel tanımdan sonra sosyolojik düşüncenin temellerinin ve onun ortaya çıkmasını sağlayan gelişmeleri yakından incelemek bize bu disiplin hakkında daha doyurucu bilgiler verebilir. Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, sosyoloji bir disiplin olarak ‘doğuş’ ve ‘gelişim’in tarihidir. Comte açısından bakarsak O, düşüncenin tarihsel bir serüveni ve bu serüvende geçirmiş olduğu evrelerin bir yansımasıdır. Ancak bu serüven tekdüzeliğe, kronolojik bir kurucular ve fikirler tarihine indirgenemez. Çünkü burada söz konusu olan geri dönüşlerin, kırılmaların, durmaların ve sıçramaların yaşandığı kaotik bir gelişim sürecidir.
Sosyolojinin Düşünce Tarihindeki Serüveni
Sosyolojinin başlangıcına baktığımızda karşımıza ilk olarak 18. yüzyıl batı aydınlanmasının çıktığını görmekteyiz. Çünkü sosyoloji, hem bilimsel kavrama faaliyetinin temelinde gördüğü akla duyduğu sarsılmaz inanç ile aydınlanma düşüncesi akılcılığının devamı, hem de bireyci akılcılık ve atomizmi aşamamış ve genel bir toplum teorisinden önemli bir kopuşu ifade etmektedir.
Aydınlanma dönemindeki Akıl, duyular vasıtasıyla tecrübe edilenin kavramlaştırılmasında belirleyici bir rol oynamaktadır. Deneysel olan akıl vasıtası ile duyular bir bakıma anlam kazanmaktadır. ’Gerçeklik’ de akıl vasıtası ile duyu ve deney tarafından sağlanan ham malzemelerin işlenmesi ile birlikte inşa edilmektedir. Aklın bu belirleyiciliğinin toplumsal alana yansıması toplumun, dinsel olanın veya metafiziğin kutsal alandan çıkartılması ve dünyevi düzleme oturtulmasıdır. Toplumsal düzen artık Tanrı iradesinin değil, insan aklının iradesi olan bir ‘ürün’dür. Böylelikle bu düzen aklın ışığında değiştirilebilir, yıkılabilir ve yeniden kurulabilir. Toplumun, kutsal olanın etkisinden kurtarılması ve aklın hükümdarlık alanına sokulması, devamında bütün 18. Yüzyıl düşüncesi ve hatta sonrasında sosyolojinin doğuşu için çok önemli bir paradigma değişikliğidir. Burası, toplumsala ilişkin bilimsel bilgi üretme iradesinin ve koşullarının çıkış noktasıdır.
Bu söylenenlerin akabinde diyebiliriz ki, bıraktıkları entelektüel miras ne kadar önemli olsa da, özellikle aklı kavrama faaliyetinin merkezine koymaları ve devamında toplumsalı kutsalın alanından çıkartıp dünyevi düzleme oturtmaları ne kadar günümüz sosyal bilimlerinin çıkış noktasını oluştursa da, aslında Aydınlanma düşünürleri sosyoloji öncesi döneme aittirler. Çünkü 18. Yüzyılın toplum okuması bireyci bir okumadır. Burada halen birey-üstü ve kapsayıcı bir gerçeklik olarak toplum fikri henüz doğmamıştır. Dolayısıyla 18.yüzyıl düşüncesi sosyolojinin doğuşu için olmazsa olmaz iki epistemik öğeden yoksundur: ‘toplumun bütüncül bir okuması’ ve ‘sosyal sorun kavramı’. Her ikisi için de 19. Yüzyılı beklemek gerekecektir. Fransız ve sanayi devrimlerinin etkileri bu iki epistemik öğenin ortaya çıkışını beraberinde getirecektir.
Sosyale ilişkin bütüncül bir okuma yapabilmek için öncelikle sosyalin herhangi bir sebeple, kendisinin bir problem olarak algılanması gereklidir. Bu tür bir algılama ile toplumsal düzen ve kurumlarının bireye her zaman olduğundan daha farklı göründüğü, apaçık olanın meşruiyetini yitirdiği, böyle gelmiş böyle gidenin artık bir sorun haline geldiği dönemleri önkoşul olarak varsaymaktadır. Böyle bir kriz süreci Batı’da Rönesans ile başlar, Aydınlanma ile doğum sancıları çeker, Fransız ve Sanayi devrimleri ile de gün ışığına çıkar. Sosyolojinin doğrudan böyle bir sürecin sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer yandan her iki devrimin etkisiyle yerleşik yapıların dağılması, düzenin allak bullak olması, her meşruiyetin, tartışılır bir hale gelmesi, kentleşme, yoksulluk, göç, suç, alkolizm, gibi bugün modernitenin olguları diyebileceğimiz süreçlerin baş göstermesi sonucunda ‘sosyal sorun’ kavramının doğmasına yol açmaktadır.
Fransız ve Sanayi devrimlerinin yol açtığı toplumsal alandaki hareketler ve buhranlar 18. Yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin birey merkezli paradigmasını yerle yeksan etmiş ve düşünsel anlamda pek çok şeyi değiştirmiştir. Çünkü birey fetişizmi ve aklın önderliğinde insanlığın güzel yarınlarına duyulan safça inanç, toplumsal sorunların aciliyetinin kavranılması noktasında anlamsız bir hale gelmiştir. Böyle kapsamlı ve derinden etkileri olacak bir değişim sürecinde ‘sorunlu’ sınıflara yönelik istatistik veya anket temelli kavrama ve kontrol etme çabaları ne de çeşitli ideolojik renklerdeki sosyal mühendislik projeleri, bağımsız ve özgül bir disiplin kurmaya yeterli olmayacaktır. Gerek metodolojik gerekse teorik anlamda sosyolojinin üzerinde yükseleceği temeller ancak belirli bir iç bütünlüğe sahip olan sosyal bilim projesi üzerinde atılması gerekecektir. Bu tür bir projeyi, sosyalin de aynen doğal olgular gibi bilimsel bilginin nesnesi olabileceği fikrini, Saint Simon’dan devralıp geliştirerek hayata geçirecek olan Auguste Comte olacaktır. Onun nezdinde esas olan, ilk etapta toplumun bilimini inşa etmektir, bilimsel bilgiler ışığında yeni bir düzen ise daha sonraki aşamadır. Dolayısıyla Comte’un genellikle sosyolojinin babası tabiriyle anılması sadece ‘sosyoloji’ terimini lügata katmasından değil, nesnesi toplum olan özerk bir bilimin öncelikli olarak gerekli olduğu fikrini savunan ilk kişi olmasındandır. Bu toplum bilimi, Aydınlanma düşüncesinin metafizik illüzyonlarından kurtulmuş sadece gözleme ve ampirik olana dayalı özerk bir toplum bilimidir.

Ancak böyle bir projenin özellikle ilk dönemlerinde kantarın topuzunu kaçırdığı durumlar da olmuştur. Özellikle toplumsal olan ile biyolojik olanın sözde bilimsel nedensellikler etrafında birlikte kurgulanması tehlikeli sonuçları olabilecek durumları da beraberinde getirmiştir. İtalyan kriminoloji okulunun kurucusu Lomborso’nun ‘doğuştan suçlu’ oluşa ilişkin tezleri ‘antropososyoloji’ adlı bir disiplinin kafatası ölçümlerinden yola çıkarak insanlığın bütün tarihinin ırklar arası mücadeleye indirgenebileceği iddiası bu sonuçlardan sadece bir tanesidir. Comte’da toplumun organik bir bütün olduğu fikriyle gözlemlenebilen ve daha sonrasında sosyal darvinizm ve evrimcilik (Spencer) ile yükselişe geçecek olan biyolojik referanslar üzerinden ‘sosyoloji’ yapma eğilimi, esasında yeni kurulmaya başlayan bir bilimin meşruiyet eksikliğinin ifadesidir. Bu yüzden belli bir noktadan sonra Comte ve Spencer’in sosyolojileri kaçınılmaz bir şekilde tarih felsefesine kayacaktır. Çünkü her ikisinde kullanılan dilin normatif ve ideolojik ağırlığı belirgin bir şekilde görülmektedir. Özellikle Comte’un sadece ve sadece olanı kavramayı gaye edinmiş toplum bilimi, pozitivist rahip ve kiliseleri ‘insanlık diniyle’ birlikte ileride kapsamlı bir sosyal mühendislik projesine dönüşecektir.

Yakın Geçmişte Şekillenen Sosyolojiye İki Farklı Perspektiften Bakış
Marksizm’den esinlenen sosyoloji, evrensel tarihin akışı içinde yerine konmuş, çağdaş toplumların bütününe dair bir yorum yapmaya yönelmiştir. Feodal rejim nasıl antik ekonominin yerini almışsa, kapitalizm nasıl feodal rejimin yerini alıyorsa, sosyalizm de kapitalizmin yerini alacaktır. Artı-değer önce kölelik sonra serflik, bugün de ücretlilik sayesinde işçi yığınları zararına bir azınlık tarafından ele geçirilmiştir. Yarın ücretliliğin ötesinde artı-değer ve onunla da sınıf düşmanlıkları ortadan kalkacaktır.
Marksizm, Comte’un kullandığı kavramlarla ifade edecek olursak hem bir toplumsal dinamik (toplumsal değişmenin yasaları) hem de toplumsal bir statik (toplumsal düzenin yasaları) içermektedir. Tarihsel evrimin yasaları, toplumsal yasa kuramı ile üretim güçleri ve ilişkileri analizi üzerine, kuram ve analiz de yaygın olarak diyalektik materyalizm diye bilinen bir felsefe üzerine kuruludur. Böyle bir öğreti bütünsel ve tarihsel bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden de özünde ne olduğunun bilinmesi gibi olacak olanı da bilme potansiyeline sahiptir.
Batılı sosyologların büyük çoğunluğu özellikle Amerikalı sosyologlar, Marksist düşüncenin basitleştirilmiş ve herkesçe anlaşılır açıklamalarına karşı ilgisizdirler. Toplumun ve tarihin yasalarını tanımazlar ve onlara karşı ilgisizdirler. Bu yasların gerçekliğine inanmazlar, bilimsel sosyolojinin bunları formüle edebileceğine ve onları kanıtlayabileceğine inanmazlar.
1945’ten beri sosyolojik incelemelerin Avrupa’da ve komünist olmayan bütün ülkelerde yayılmasında en önemli etkiyi yapan Amerikan sosyolojisi, özünde analitik ve ampirik bir sosyolojidir. Toplumsal insanın ya da toplumsallaşmış bireyin nasıl yaşadığı, düşündüğü, hissettiği ve karar verdiğini belirlemek için sorulur ve görüşmeli anketler yapar. Yurttaşlar farklı seçimlerde nasıl oy verirler, oy vermeyi etkileyen değişkenler(yaş, cinsiyet, meslek grupları, gelir düzeyi, din, vb.) nelerdir? Oy verme hangi noktaya kadar adayların propagandası tarafından belirlenir ya da değiştirilir? Seçmenler hangi oranda seçim kampanyası sırasında inandırılmıştır? Bu olası değişimin etkenleri nelerdir? Bunlar Amerika Birleşik Devletleri ya da Fransa’ başkanlık seçimlerini inceleyen bir sosyoloğun soracağı bazı sorulardır ve bunlara yalnızca anketler yanıt verebilir. Sanayi işçileri, köylüler, eşler arasındaki ilişkiler gibi başka örnekler vermek ve sosyoloğun bu farklı tipteki ‘toplumsallaşmış bireyi’ kaleme alacağı bitmek bilmez sorular listesi hazırlamak gayet kolaydır. Buradaki araştırmanın amacı, değişkenler arasındaki ilişkileri belirlemek ve her bir sosyal kategorinin davranışı üzerindeki etkiyi bilimsel yöntem ile belirlemektir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ampirik ve analitik sosyolojisi bir devlet ideolojisi oluşturmaz. Amerikan toplumunun bilinçli bir övgüsü de değildir. Amerikan sosyologlarının çoğu liberaldirler. Cumhuriyetçiden çok Demokrat, toplumsal hareketlilik ve siyahilerin bütünleşmesine taraftar, ırk ve din ayrımına karşıdırlar. Sovyet sosyologları ise kendileri için tutucu, başkaları için devrimcidirler. Marksist ideoloji, Amerikan sosyolojisinin üstü kapalı ideolojisine göre daha belirgindir ve sosyologlardan demokratik ideallerle bağdaşması güç olan bir kabul beklemektedir. Oysa ABD’nin siyasal rejiminin Amerikan sosyologları tarafından onaylanması demokratik ideallerle bağdaşması açısından zor değildir. Bir diğer karşıtlık ise, Sovyet sosyologları bilimlerinden çok toplumlardan hoşnut iken, Amerikan sosyologları toplumlarından çok bilimlerinden hoşnutluk duymalarıdır.
Buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki, Sosyoloji, tarihsel süreçte büyük dönüşümler ve kırılmalar sonucunda doğmuş, bilimsel bir disiplin olarak gelişimini sürdürmüştür. Aydınlanma düşüncesi, toplumun akıl ve bilim ışığında anlaşılması gerektiği fikrini ortaya atarken, Fransız ve Sanayi Devrimleri toplumu bireylerin ötesinde bir yapı olarak ele almayı zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda, Auguste Comte’un sosyolojiyi sistematik bir bilim olarak kurma çabası, bu disiplini modern sosyal bilimlerin temel taşlarından birisi haline getirmiştir.
Zamanla sosyoloji, farklı teorik yaklaşımlar ve yöntemler geliştirerek toplumu anlamaya yönelik çeşitli perspektifler sunmuştur. Marksist sosyoloji, tarihsel materyalizm çerçevesinde toplumsal değişimi ekonomi temelli bir süreç olarak değerlendirirken, Amerikan sosyolojisi birey ve toplum arasındaki ilişkileri ampirik yöntemlerle incelemeyi tercih etmiştir. Bu iki farklı yaklaşım, sosyolojinin disiplinler arası doğasını ve toplumu anlamlandırmadaki çeşitliliğini göstermektedir.
Günümüzde sosyoloji, bireyden küresel yapıya kadar uzanan geniş bir perspektifle toplumsal olguları analiz etmeye devam etmektedir. Tarihsel kökenleri ve metodolojik farklılıkları göz önüne alındığında, sosyolojinin sadece bir bilim dalı değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümleri anlamlandırma çabası olduğu söylenebilir. Bu disiplin, toplumların karşılaştığı sosyal sorunlara ışık tutarak, bireylerin ve toplulukların bilinçli bir şekilde hareket etmelerine katkı sağlamaktadır.
“İnsanlık canlılardan çok ölülerden oluşur ve ölüler giderek canlıları yönetmektedir…”
KAYNAKÇA
- Levent Ünsaldı, Ercan Geçgin – Dünya’da ve Türkiye’de Sosyoloji Tarihi
- Ahmet Çiğdem – Aydınlanma Düşüncesi
- Robert Nisbet, Tom Bottomore – Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi
- Raymond Aron – Sosyolojik Düşüncenin Evreleri
Bunları da beğenebilirsiniz

Japon Mitolojisi -Şintoizm Panteonu ve Ana Tanrıça Amaterasu
Aralık 15, 2021
Satvik Beslenme – Yogik Yaşam Prensipleri; Gunalar
Ekim 25, 2020