Gaia ve Ekoloji
Blog

Gaia Hipotezi ve Ekoloji – Canlı Organizma Olarak Dünya

Gaia Hipotezi | Dünyadaki Yaşama Yeni Bir Bakış – James Lovelock

James Lovelock, İngiliz bilim insanı, çevreci ve fütürist. Dünya’nın kendi kendini düzenleyen bir sistem olduğunu öne süren “Gaia hipotezi” ile tanınır. James Lovelock, Gaia’yı şu şekilde tanımlamaktadır: Dünya’nın biyosferini, atmosferini, okyanuslarını ve toprağını içine alan karmaşık bir varlık; bu gezegende yaşam için en uygun fiziksel ve kimyasal ortamı oluşturmaya yönelmiş bir geri besleme ya da sibernetik bir sistem oluşturan bütünlük…

Sibernetik Nedir?

Sibernetik sözcüğüne yaygın anlamını ilk veren Amerikalı matematikçi Norbert Wiern’di ve bu ismi ortaya atarken amaçladığı, canlı organizmalarda ve makinelerde kendi kendini düzenleyen iletişim ve kontrol sistemleriyle ilgilenen çalışma alanı tanımlamaktı. Zira birçok sibernetik sistemin birincil işlevi, önceden belirlenmiş bir hedefe giden yolda değişen şartlara göre dümeni en uygun şekilde döndürmekti.

Canlı Bir Organizma Olarak Dünya – Gaia Hipotezi

Gaia hipotezi, Dünya üzerinde yaşayan en büyük  canlıyı bulmaya yönelik bir girişim ortaya koyuyordu. Bu yolculuk, havanın şeffaf örtüsünün altında, Dünya’nın yüzeyinde üreyip çoğalan ve biyosferi oluşturan neredeyse sonsuz sayıda canlı formundan başka bir şeyi ortaya çıkarmayabilirdi ama eğer Gaia varsa, o halde kendimizin ve diğer canlıların, kendi bütünlüğü içerisinde gezegenimizin yaşam için uygun ve rahat bir yer olarak kalmasını sağlayacak güce sahip engin bir varlığın parçaları ve ortakları olduğunu öğrenebilirdik.

Hipoteze ilham olan, Yunan mitolojisinin derinlerinde, Khaos adlı boşluğun meydana getirdiği Gaia; Ana Tanrıça, dünyanın kendisi olarak resmediliyordu. Tüm canlılığı kendisinde barındıran yaşayan bir tanrıça…

Gaia Hipotezi’nin düşünüldüğü zamanda, çevrebilime ve sistem analizinin biyolojideki uygulamasına duyulan mevcut ilgi henüz başlamamış denebilirdi ve o günlerde canlı bilimleri hakkında sınıfların tozlu akademik havası hala hissediliyordu. Canlı bilimlerinin en dıştan en içe akla gelebilecek tüm yönleri üzerine bol miktarda veri birikiyordu ama tüm o engin hakikatler ansiklopedilerinde meselenin düğüm noktası, yaşamın kendisi neredeyse tamamen göz ardı ediliyordu.

 Kimyacı, yaşamın ahşap, cam ve metalden oluştuğunu söylüyordu. Fizikçi, ısı ve ışık yaydığını söylüyordu. Mühendis, destek çarklarının fazla küçük olduğunu ve düz bir yüzeyde pürüzsüzce gidemeyecek kadar yanlış bir yere yerleştirdiklerini söylüyordu. Ama hiç kimse onun ne olduğunu söylemiyordu.  Bu yüzyıl içerisinde birkaç fizikçi yaşamı tanımlamayı denedi. Bernal, Schrödinger ve Wagner hep aynı genel sonuca ulaştı. Bu fikir kabaca: “Yaşam, bol miktarda enerji akışı olduğunda ortaya çıkan süreçlerden biridir. Yaşam, tüketirken kendini şekillendirme veya biçimlendirme eğilimiyle de nitelenebilir, ama bunu yapmak için daima çevresine düşük dereceli mahsuller çıkarmak zorundadır” şeklindeydi.

Gaia Hipotezi’nin Ortaya Çıkışı

Gaia Hipotezi, Mars’ta yaşamın nasıl olacağını saptamak üzere Lovelock’un NASA adına yaptığı bağımsız bir araştırmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İlk kez Dünya’ya uzaydan bakma şansına erişmiş olmamız ve mavi-yeşil gezegenimizi dışarıdan tüm küresel güzelliğiyle görmenin kazandırdığı bilgilerin baştan aşağı yepyeni bir dizi sorunun ve cevabın yolunu açmış olmasıdır.  

Gaia varsayımı ilk kez 1968’de, Princeton, New Jersey’de gerçekleşen, Dünya üzerindeki yaşamın kökenlerine dair bir bilimsel toplantıda öne sürülmüştü. Gaia, Dünya’nın biyosferini, atmosferini, okyanuslarını ve karalarını kapsayan karmaşık bir varlık olarak tanımlandı. Gaia’nın toplamı da bu gezegen üzerindeki yaşam için en uygun fiziksel ve kimyasal ortamı arayan bir geribildirim veya sibernetik sistemini oluşturuyordu. Görece kararlı şartların aktif kontrol yoluyla sürdürülmesi, uygun bir biçimde “dengeleşim” terimiyle karşılanabilirdi.

Ilk hipoteziyle Lovelock, okyanus tuzluluğunda, atmosfer bileşiminde ve yüzey sıcaklığında küresel bir kontrol sisteminin varlığını ortaya koymuştur. Hipotezin dayandığı savlar şunlardır:

  • Dünyanın küresel anlamda yüzey ısısı, Güneş tarafından sağlanan enerji arttığı hâlde sabit kalmıştır.
  • Atmosferin bileşimi, değişken olması gerekirken sabit kalmıştır.
  • Okyanusların tuzluluk oranı sabittir.

Lovelock’a göre hipotez başlangıçta, oksijen içeren kimyasalların bir aradalığını ve Dünya atmosferinde metan konsantrasyonunun sabit kalmasını açıklamaya yönelmişti. Lovelock, başka gezegenlerdeki atmosferde bu gibi durumları araştırmanın, yaşamı tespit etmek yönündeki çalışmalar için görece güvenli ve pratik bir yöntem olduğunu ileri sürmüştür. Lovelock, birçok farklı sürecin, kendi kendini düzenleyen bu sistem içinde aynı yönde işlemeye yöneldiğini ve tüm dengeleri şekillediğini formüle etmiştir. Bu şekilde formüle edilen hipotez, birçok bilimsel deneyle de desteklenmiş ve bir dizi yararlı öngörü sağlamıştır. Dolayısıyla hipotez, Gaia Kuramı olarak tanındı. Gaia tipi düşünce sisteminde; kavramlar bir bütün halinde görülmelidir. Dolayısıyla sorulması gereken sorular parçasal değil, bütünsel olmalıdır.

Lovelock, teorisine bir bilim insanı olmayan pek çok kişi tarafından savunulan bir Yunan tanrıçasının adını vererek, Gaia hipotezinin bir tür neo-pagan Yeniçağ dini olarak alaya alındığını belirtmiştir. Özellikle birçok bilim insanı,  yazarın “Gaia; Yeryüzünde Yaşama Yeni Bir Bakış” adlı kitabında benimsenen yaklaşımı her şeyin önceden belirlenmiş bir amacı olduğu inancı anlamına gelen teleolojik (belirlenmiş amaca yönelik) bir yaklaşım olduğu için eleştirildi. 1990 yılında bu iddiaya yanıt veren Lovelock şu şekilde belirtti;

“Bir yaşam biçiminin ampirik tanımının temel ölçütü, onun doğal seçilime tabi tutulması ve genetik bilgisinde kopyalayıp sonraki nesile aktarabilme yeteneğidir. Dawkins sonuç olarak Gaia’nın yaşayan bir organizma olduğu fikrine karşı argümanın gezegenin herhangi bir ebeveynin çocuğu olmadığını ve üreyemeyeceği gerçeği olduğunu vurguladı.”

Güçlü Gaia ve Zayıf Gaia

Gaia sunusu ikiye ayrılıyordu. Güçlü Gaia daha çok mistik bir akım olarak dünyanın bir bilinci olduğunu iddia eden, bilimsel bir temele dayanmayan yeni çağ akımlarından biriydi. Zayıf Gaia ise evrimsel adaptasyonu ve biyojeokimyasal süreçler yoluyla kendine uygun habitatları korumaya çalışıyor olabileceği ve bunun verimli bir araştırma olduğunu öne sürüyordu.

Gaia Hipotezi ve Kirlilik Sorunu

Aynı zamanda yazara büyük bir talih eseri, uzay programının en aşağı noktası, fosil yakıtların gittikçe artan yakım oranları gibi sebeplerden ötürü oluşan hava kirliliğinin olası küresel sonuçlarını gözden geçirmek için Shell Araştırma Şirketi’nin bir davet göndermesiyle aynı zamanlara denk geldi. Küresel hava kirliliği sorunlarına dahil oluşu ve atmosfer analizi yoluyla yaşam tespiti üzerinde yaptığı önceki çalışmalar arasındaki bağlantı şüphesiz ki atmosferin, biyosferin bir uzantısı olabileceği fikriydi. Ona göre biyosferden bir karşılık veya uyarlanım ihtimali göz ardı edilirse hava kirliliğinin sonuçlarını anlamaya yönelik bir girişim etkisiz ve eksik olurdu.  Günümüzde Gaia teorisi özellikle Dünya sistem bilimi ve biyojeokimyanın multidisipliner alanlarında daha fazla araştırılmaktadır. İklim değişikliği çalışmalarına da giderek daha fazla uygulanmaktadır.

Lovelock, Dünya’nın yaşayan organizmalar tarafından kendi kendini iyileştirmesi fikri üzerine düşünmeye başladı.  Dünya, bizim de içerisinde bulunduğumuz canlı bir organizmadır. Canlılık ve çevre, tek bir sistemin iki parçasıdır ve birbirinin tamamlayıcısıdırlar. Canlılık, çevre içerisinde kendisine gerekli ortamlar geliştirir ve devam ettirir. Sistem ciddi bir zarar gördüğünde, kendi kendini onarabilir. Çevreyi olumsuz etkileyen her canlı yok olmaya mahkumdur, ancak yaşam devam edecektir.

Gaia ve İnsan

Pekala, canlılığa nakşedilmiş varolmayı sürdürme çabası “conatus” varsa, dünya kendini var etmeye devam ederken, insan bu yaşamın içerisinde kendisini barındırabilecek miydi? Yaşamda kendini var edebilecek miydi? Veyahut şöyle de sorulabilirdi: İnsanın var olmaya devam etmesi, insanın elinde miydi?

Kirlilik sorunu, insan toplumunda güçlü ancak gelişigüzel bir negatif geribildirim olan suçluluk duygusunu aşılamayı amaçlıyor gibi gözükmektedir. Dünya insan içindir. İnsan yüzünden dünya, kirlilik içindedir; nefes alamamaktadır ve sıcaklıkla veyahut üşümeyle boğuşmaktadır.  İnsan her şeyin merkezine kendisini koymaya öyle yatkındır ki, gelişimi de, felaketi de kendine bağlar. Dinler, insanların kötülük yaptığı için felaketlerin olduğunu ve kıyametin geleceği senaryolarını yazarken; bilim ekolojik olarak kötüye gidişi ısrarla yine “insanlığa” temellendirir. Ki nitekim doğrudur. Ancak eksik bir doğrudur.

Kirliliğin doğal olması mümkün müdür? Eğer kirlilikten kastımız atık maddenin boşaltımıysa nefes almak biz ve diğer çoğu hayvan için ne kadar doğalsa kirlilik de Gaia için o kadar doğaldır. Kirlilik kavramının kendisi insan merkezlidir ancak mesele “kirlilik” kavramının merkeze alınmasının yanlışlığıyla başlar. Dünyada olan “kirlilik”, dünyada yaşamın var olmasının sebebiyetidir. Dünyada olan dengededir. Mesele bu geri bildirim dengesinin bir “kirletici” tarafından bozulması ve hızlandırılmış olmasıdır. Dünya tarihinde, dünya ısınmış; soğumuş ve böyle bir döngüde devam etmiştir.

Gaia Hipotezi | Sonuç

İnsan bir virüsse, konağı dünya olabilir miydi? Gaia, günümüz canlılık tanımına -kendine ait bir yapısal organizasyonu bulunan ve bu organizasyon dahilinde süregelen fiziksel ve kimyasal süreçler (“iç aktivite”) sayesinde üretilen enerjiyle entropiye geçici olarak karşı koyabilen açık sistem- uyuyordu.  Tüm doğa olayları, dünya organizmasının yaşam faaliyetlerini sürdürmesine yarıyordu. Ancak bu seferde evrim kuramıyla, canlının üreme işleviyle çelişiyordu. Bir yerlerde dünyanın ebeveynleri veyahut yavruları olabilir miydi? Dünya kendini kopyalayamasa da canlılığı içinde barındıran olarak canlıların üremesine ve kendilerini kopyalamasına olanak sağlıyordu. Böyle bakıldığında üreme, dünyanın evrim geçirirken bir yeteneği veya uzantıları olarak da nitekim ele alınabilirdi.

Belki de dünya bir virüstü ve evrenin kendisi onun konağıydı. Evren canlıydı ve “çoklu evrenler” minvalinde, evren üreyebiliyordu. Evren kendi kopyalarını üretebiliyorsa veyahut ya dünya diğer gezegenlerden birinin kopyasıysa ve evrimleşirken canlılığı içinde barındırmaya başladıysa… Varsayımların atılması için gösterilen çabanın kendisi takdir edilesi olsa da bunlar sadece varsayımdı. Belki bu varsayımlar doğruydu ancak henüz ispatlanmamıştı ve günümüzde bilimin, modern mit anlatılarıydı. Yaşamın kendisine, bütüncül bir şekilde bakma fikri muazzamdı. Ancak bilim daha çok bölücü ve tikellerle deneylerini, araştırmalarını gözlemliyordu. Dünyayı bir mikroskobun içine alamazdınız. Dünya kadar bir mikroskop icat etmek ancak bilimkurgu senaryolarının içeriği olabilirdi.

200 yıldır süregelen iklim krizini dışlarsak dünyanın toplam enerjisi kontrolsüz bir şekilde azalmıyor veya çoğalmıyordu; görece dar bir aralıkta sabit kalıyor deniliyordu. Biyosfer, atmosfer, hidrosfer vs. organizmayı oluşturan sistemler, dünyanın dengesini korumak için canla, başla çalışmaktaydılar. Biz insanlar ise, bu dengeyi bozucu faktör olarak davranıyorduk. Yerin altındaki karbonu çıkartıp, atmosfere karbondioksit ve metan gibi sera gazlarını saçıyorduk. Havaya sera gazları salındığında gezegenin yüzeyinde bulunan enerji artmaya başlıyordu. Tıpkı insanda olduğu gibi geri bildirim olarak, gezegen hastalanıyor, ateşleniyordu.

Pekala biz insanın Gaia için tehdit oluşturan eylemleri nelerdi? Emrimizdeki sanayiyle bir tür olarak biz, gezegenin ana kimyasal döngülerinden bazılarını dikkate değer bir şekilde değiştirmiş bulunmaktayız. Sanayi önemli bir kirletici unsur olsa da beslenme, gıda sorunu daha da önemli bir problem gibi gözükmektedir. Elimizden geleni yapsak da besi hayvanı yetiştirmek tüm ulaşım sektörünün yaydığından daha çok sera gazı emisyonuna sebep oluyordu. İnekler ve çiftlik hayvanları sindirimlerinin sonucunda önemli miktarda metan gazı üretiyor deniliyordu(?). Tarımda ise daha fazla su harcanıyordu. Su tasarrufu amacıyla kısa duşlar almak, diş fırçalarken suyu kapatmak gibi çabalarının yanında tek bir hamburger iki ay aralıksız duş almaya bedeldi. Ulaşım yoğun karbondioksit salınımı sağlar ancak hayvancılık dünyadaki nitroz oksitin %65’ini üretiyordu.

Lovelock’a göre de sekiz milyarlık dünya nüfusunu, Gaia’ya ciddi zararlar vermeden beslemek, sanayi sorunundan daha da acil gibi görünmekteydi. Tarıma harcanan su değildi sadece zararlı olan… Böcek ilaçları ve yabani ot ilaçları da oldukça zararlıydı. Bunların yanında doğalgaz ve petrol, plastik tüketimi gibi sorunlarda oldukça gündemdeydi. Ve sorun bizim çeşmeyi sonuna kadar açmamızdan çok, herhangi bir şeyi tüketmek üzerine üretilen “şey”leri ortaya koyarken seçilen metottu. Petrol veyahut toplu üretim konu bahis olduğunda ve bu ürünü, sermayeyi tekelinde barındıran insanlar neden kar etmekten vazgeçsinlerdi? Tekillikte farkındalık önemliydi ancak otoritelerce seçimin Gaia’nın iyiliği adına yapılması, eğer bir umut varsa şüphesiz onların elindeydi.

Gaia Varsa…

Biz yine de Gaia’nın var olduğunu düşünelim. Dünya, organizasyonuyla ve iç aktivitesiyle canlı bir organizma olsun. Ve bu sav ispatlanmış ve kabul görmüş olsun. Hayatımızda ne gibi değişiklikler olurdu? Özellikle dünyanın “kirlilik” sorununa çözüm üretmemizde ne gibi bir katkısı olabilirdi? Kirleticiler olarak biz, hepimiz önlem almaya başlasak dahi dünyayı kurtarmaya yetecek miydi?

 Bu sorulara birçok bakış açısı sunulabilirdi: İnsafa gelip, dünya canlıymış ve bizim dengesini bozduğumuz organizmanın  belki de astım krizi geçiyormuşcasına cebelleşiyor oluşunu düşünmek, ona karşı biraz daha dikkatli olmamız minvalinde bir tutum doğurabilirdi. Yaşama daha bütüncül ve animist bir bakış kazandırabilir; bununla birlikte şu an kirliliğe neler sebep oluyorsa onlarla ilgili daha çevreci teknolojilerle en azından küresel ısınma yavaşlatılabilirdi. Diğer yandan zaten Gaia kendi kendini iyileştirir, ki insan da sigara içiyor, kendine kötü bakıyor, sağlığını kendi bozuyor ama hala yaşıyor gibi dünyayı kendi haline bırakma yaklaşımı olabilirdi.

Gaia kendi kendine halleder bakışıyla, insanlık için hala bir umut var tavrı benimsenebilir; bununla birlikte teknolojik gelişmelerin ve modern insanın tüm alışkanlıklarını bir kenara bırakıp, doğaya geri dönülmelidir, denilebilirdi. Bu ise  insanlığın tüm gelişimini, istenci doğrultusunda durmak bilmeyen üretkenliğini tamamen çöpe atmak anlamına gelebilir ki pek mümkün görünmemektedir. İnsanın kendini merkeze alması çağlar boyu sürmüştür. Yine sürmektedir. Belki de evimizi, doğayı merkeze alarak düşünmek için geç kalmışızdır. İnsan unutmuştur: Cansız, canlı olmadan var olabilir ama canlı cansız madde olmadan var olamaz. Ki nitekim  canlı, cansızdan evrimleşmiştir. Dünyanın kendisi, kendisi için iyi olanı –canlılığı yok etmek pahasına da olsa- elbet bulacaktır.

…bu kitap öncelikli olarak merak uyandırmak ve düşündürmek amacıyla yazılmıştır. Gaia varsayımı, yürümekten veya öylece durup izlemekten, dünya ve onun üzerindeki yaşam hakkında meraka kapılmaktan ve bizim buradaki kendi varlığımızın sonuçları üzerine düşünmekten hoşlananlar içindir. Bu varsayım, doğayı hizaya getirip fethedilecek ilkel bir güç olarak gören şu kötümser görüşe bir alternatiftir. Aynı zamanda gezegenimizi Güneş’in bir iç halkasının etrafında kontrolsüz ve amaçsız bir şekilde sonsuza dek seyahat eden kaçık bir uzay gemisi olarak resmeden eşit derecede bunaltıcı tabloya da bir alternatiftir.” –James Lovelock

Kaynakça: