Post-Truth
Blog,  Felsefe

Post-Truth | Sosyal Medyanın Sosyopolitik Açıdan Tehlikeleri

Post-truth kavramı ilk kez 1992 yılında Steve Tesich tarafından ortaya atıldı. Ancak kavram tam anlamıyla 2016 yılında Amerika’nın başkanlık seçimlerinde politik olaylarla yaygınlaştı. Ve 2016’da Oxford Sözlüğü tarafından yılın kelimesi seçilmesiyle, günümüzde gittikçe üstünde durulan bir kavram haline geldi. Post- truth, Türkçe’ye “Hakikat ötesi”, “gerçek ötesi” ya da “hakikatten sonrası” olarak çevrildi.  Post-truth kavramını R. Keyes, “nesnel olan bir gerçeklik karşısında halk kitlelerinin kişisel duygular ve çeşitli çıkarların ağırlık kazanması ile nesnel gerçekliğin silikleştirilmesi ve kamuoyunu etkilemesi” tanımladı.*

Post-truth çağı, bize doğru bilginin imkanını, eleştirel düşünmenin önemini, gerçekliğin veya hakikatin varlığını; en önemlisi insanın doğasını ve öznelliğini balyoz etkisi yaratarak yeniden hatırlattı. Gerçeklik kavramı çoğunlukla nesnel ve algısal gerçeklik olarak ikiye ayrılır. Nesnel gerçeklik, varlığını bağımsız olarak sürdüren var olan salt şeylerdir (varlığı algıya indirgeyenler bu tanıma karşı çıkabilirler). Algısal gerçeklik ise kişisel gerçekliklerdir, kişinin duyu ve deneyimiyle oluşturulan öznelliklerdir.

Post-Truth’un Soy Kütüğü

Nietzscheci tavırla, post-truthun soy kütüğünü çıkarma haddi gösterirsem; insan var olduğundan beri yaşamını kolaylaştırmanın yollarını aramıştır. Doğa kutsaldır ancak insan ona nakşedilmiş var olma iç güdüsüyle kutsal olana müdahale ederek doğayı kendi lehine çevirir. Nehrin taşmasını engellemek için setler çeker, barınmak için ağaçlardan evler yapar ve durmaz… Nehrin gerçekliği taşmasıdır, ağacın doğası köklenmektir, doğanın insanın lehine kullanmasına bakıldığında bunlar gerçeklikten uzak ve yapaydır. Diğer yandan, gelenekler ve ahlaklar, kişileri belirlenen düşünsel dizgelere dahil etmeyi amaçlar. Kişinin ‘fıtratına’ veya ‘karakteri’ne uyup, uymadığının bir önemi yoktur. Toplumdan dışlanmamak için belirlenen düşünsel kurallara uyulmak zorundadır, bu kurallara kendini uydurmaya zorunlu insan, kendi potansiyelinden, gerçekliğinden uzaklaşır. Kişi kendi yaşamının bedbahtlığında çırpınırken, kimi kimseler -tarikatlar veya ortaçağ kilisesi örnek verilebilir- insanlara umut tacirliği yaparak, kimi dava adı altında kişiye bir amaç verir; kimi ise, cennetten arsa satar, bugün bize ‘saçma’ gelen sebeplerle, cadı ilan edilen kadınlar yakılır.

Her çağ, kendi gerçekliğini benimser. Ve akıl her zaman gerçekliğe karşı günah işler. Çoğunluk gerçeklerle yaşamayı veyahut odağını salt gerçekte bırakmayı tercih etmez. İnanayım rahat edeyim, der. Kant’ın da tavrıyla, inanmak aklın bir yetisidir. Yine de kişi inançlarını gerçek saymaktan alıkoyamaz. Zira aklın gerçekliği ile kutsalı bozmanın, insanlık ilerlemesinin ve teknolojinin kendisi kutsal haline gelirse… Duygu, ön yargı kenara itilir. Veyahut öyle sanılır. İnsanın duygusallığı kenara itilip, ataerkil düzende akılsallık yüceltilir. Gerçek de, doğru da akılsal olandır.  

Post-truth çağı, yapay zekanın ve teknolojinin ilerlemesiyle kolaylaşan ve denetlenmeden yaygınlaşan bilgi akışında insanı yeniden tanımlamayı zorunlu kılar. Her çağ, gerçek sandığı yanlış bilgiyi, tutumu değiştirmek için yeni düşünceleri ve kavramlarını kaçınılmaz olarak doğurur. Bilimin ve teknolojinin hızlanmasının kapılarını aralayan modernizm evrensel doğruyu ve nesnelliği savunur. Büyük resime önem verir ve gerçeğin tek olduğuna inanır. Bilimin şahlandığı dönem için böyle bir tavır gayet anlaşılabilirdir. Post-modernizm ise modernizmi reddeder. Tek bir gerçeklik yoktur, büyük resim de yoktur. Gerçekliğin çokluğunu savunur ve belirsizleri göz ardı etmeyip, sorgulayıcı bir tavır takınır. Post-truth kavramının yansımalarına bakarsak, post-modernistler haklı gibi gözükmektedir.

Tek bir gerçek yoktur ve insanlar duyguları ve ön kabulleri neye müsaade ederse onu kendi gerçeklikleri kabul etmektedir. İnsanı akılsallığıyla tanımlayanlar, yapay zekayı büyük bir kaygıyla karşıladılar. Post-truth ve yapay zeka üzerine düşünmek, şüphesiz insanı merkeze alır. İnsanın doğasını ve tanımını tekrar düşünmemiz için bizi zorlar. Düşünce gerçekten duygulardan bağımsız olabilir mi? Akıl, duygudan ayrı olabilir mi? Ya düalistler haksızsa? Post-truth çağı bize insanın ne kadar kolay manipüle edildiğini ve yaşamını gerçekler üzerine değil, inanmak ve umut etmek üzerine kurduğunu yeniden hatırlatır. Ölüm gerçeğinin yanında, özenle kurulan bir yaşama düzeni ve çabası, başka bir şekilde nasıl açıklanabilir? Sofistler, çağımıza reenkarne olsa; sanıyorum, “haklıymışız” diyeceklerdir…

Seçim dönemi, yaşamımda geleceğimin telaşına düştüğüm ve kendimi fazlasıyla umutsuz hissettiğim dönemlerden biriydi. Bir yandan kadının eşitsizliği meselesiyle halihazırda uğraşırken, gerilemeye gideceğimizi hatta kadının yok edileceğini söyleyenler, diğer yandan dinin elden gideceğini savunanlar… Teröristlerin ülkemizi ele geçireceğini söyleyenler,  bir şeyler değişmezse ülkenin ekonomik olarak çökeceği ve özellikle gençlerin bunu hak etmediğini ilan edenler,  saygı duyduğum ve takip ettiğim akademisyenlerin iktidar yine gelirse her şey zaten torpille, ilahiyatçılar felsefecilerin yerini alacak, size istihdam sağlanmayacak diyenler…  Çirkin bir montajla adayı alaşağı etmeye çalışanlar… Ve en önemlisi de bunların doğru mu, yanlış mı olduğunu bilememek… Ki bundan da önce bunların hepsi birer varsayımken, bizim bunlara gerçeklik atfedip, varsayımlara inanma eğilimimiz.

Bu meselelerin hepsini kim gelirse gelsin belki toplumca beraber olursak halledebilirdik ama medyayla birlikte tanık olduğum Ayasofya gibi tarihleri, imparatorlukları, dinleri içinde barındıran muazzam kıymetli bir yapıda siyasal islamın davasını kazanmışçasına, kaba bir dille tezahürat yaparak kutlayanları görmek; diğer yandan ise kendi partilerine oy vermedikleri için yardıma ihtiyacı olan kesimlere ettiği yardımları haram edenleri duymak…  Bu iki ayrım, ‘biz ne yapıyoruz’ farkındalığını öyle bir dank ettirdi ki… Gerçekliğin bir öneminin olmadığı, kişilerin taraf olmaktan, ait hissetmekten ve bunu teşhir etmekten kendini alamadıklarını, düşüncelerini böylesine fanus içine aldığını “hissettiğimde” ve kendim de buna dahil… En umutsuzluğa düşüren, tam olarak bu oldu. İnsanlar kendi psikolojilerini uyuşturmak için sosyal medyanın imkanlarına ve iletişim gücüne ne denli bağımlı hale geldiklerini hissetmek, meselenin bir siyasi seçimden daha da fazlası olduğunun farkına varmamı sağladı. Bir yandan Siyasal İslam, bir yandan Atatürkçülük meselesi… Karşı görüşü dinlemeye aynı tahammülsüzlük. Belirli ön kabuller… Biri olursanız, diğeri olamazsınızcılar… Sanıyorum post-truthun edebi bir tanımı: “Buğulu camdan dışarıda ne olduğunu, güzel bir manzaranın mı yoksa bir tehlikenin mi olduğunu bilmeden ön kabullerimizle seçtiğimizin doğru olduğunu kendimizi ikna edip, hayal etmeye çalışmak…” olabilir.

Post-truth özellikle politik söylemlerde her devirde kullanılan bir yaklaşım olmuştur. Küresel ısınmanın sebeplerinden çıkar sağlayanlar veyahut çözüm için elini taşın altına koymamak isteyen liderler, elitleri, aktivistleri, ilgili yetkilileri yalancı ilan etmiştir. Nesnel olarak tanımlanan bilimin bile yanılabilirliği ortadadır. Üst düzey Fransız Bilim İnsanı Etienne Klein, “Güneş’e en yakın yıldız olan Proxima Centauri’nin fotoğrafı, bizden 4,2 ışık yılı uzaklıkta bulunuyor. James Webb Teleskobu tarafından çekildi.” diyerek bir sucuğun fotoğrafını paylaştı. Gelen tepkilere karşı, Klein ise sosyal medya kullanıcılarına “şüphecilik” aşılamak istediğini belirterek özür diledi.** Bilim gibi nesnellik düsturuyla ve gerçeği bulmak amacıyla yola çıkan bir kurum, içinde öznel mizaha sahip olan “insan”ları barındırırken; vaat ettiği gerçeğin olduğu gibi yansıtılmadığını görmek, kişinin gerçeklikle olan ilişkisini oldukça zedeler. Bilim insanı bile işin içine mizah adı altında yalanı sokmuşken, bir siyasetçi bunu neden yapmayasın? Siyasetin ikna biçimi zaten duygulara ve inançlara oynayıp, kitleleri ikna etmek değil midir? Nesnel bütünlüğün önemini gözeten liderler epey azdır. Biri kadınların sosyal özgürlüğünden oy toplamaya çalışırken, diğeri kadının dini giyiniş özgürlüğü üzerinden oyunu toplar. Demokraside de kişi Machiavelli tarzı kendine göre realist ama halka daha duygusal ve inançsal temelli bir tavır sergilenir. İki çoğunluk kutbun inançlarına göre bir yol hazırlanır ve o yolda kitle inandırılır. “Lgbt’ler de eşit olmalıdır, onlar da insandır, özgür olmalılardır” denir ama dönemdeki kitleyi alana kadar… Kitle değişince bu sefer başka inanç sistemlerine hitap etmeye geçiş yapılır. Tek yol vardır; yalan söyle, manipüle et, kazanmak için her şey mübah…  Büyükler ego savaşı yaparken, küçüklerin onların kazanması için “kullanılması”, farkında bile olmadan “çalıştırılması” şayet demokrasiye dahil ise kimin başa geçeceğinin yanında, gerçekten böylesi bir demokrasi stratejisi “iyi” mi diye de bir tartmak gerekir.

Seçimin ikinci tura kaldığının belli olduğu sabah gencecik bir kadın, ‘özgürlüğümden ve geleceğimden endişe ediyorum ve artık dayanamıyorum’ diye intihar ediyor. Sosyal medyayı seçim sürecinde aktif kullanan biri, oy kullanmayacak yaşta bile olsa siyasi gündemleri takip ediyor. Sosyal medyanın manipülatif tavrı, özellikle kabuğundan çıkmak isteyen, yeni düşünceleri almaya açık olan bir genç için oldukça ürkütücü ve kaygı verici olabiliyor. Gerek ülkenin gündemi, gerek tek tipleşen bir güzellik algısı, gerek sosyal medyadaki herkesin yaşamının çok renkli tasviri… Eskiden normali gelenek veya ahlak belirlerken şimdi sosyal medya algısı bunu insanın kendi isteğiymiş gibi kitlesel psikoloji bağlamında seve seve benimsetiyor. Ve insan bunun savunusunu özgürlükçü bir bağlamdan savunabiliyor.

Eski Afgan mültecilerinin göç videoları, yeniymiş gibi ‘yine geliyorlar’ diye yakın zamanda paylaşılabiliyor. Kadınlar sürekli ölüyor, tecavüz ediliyor, kısıtlanıyor vs. adlı duyurular öylesine siyasi söylemlerde benimseniyor ki; kadınlar klavye başından kendi özgürlüklerini kısıtlama kararı alıyorlar. Ne ataerkil bir aile düzeninin ne de ataerkil bir siyasi örgütlenmenin yapması gereken bir şey kalmıyor. Kadın ya kendini kısıtlayacak ya da akılsızlığının sonucunu çekecek… Kadın cinayetlerinin ve eşitsizliğinin bu denli göz önünde bulundurulmasına bile insan, acıdır ki şüpheyle bakabiliyor. Sessiz mi kalmalıyız? Kalmamalıyız ancak bu denli olumsuza ve şiddete odaklılık bunun normalleştirilmesinde aktif rol oynuyor gibi geliyor. Diğer yandan bir kadın, bu konudaki hassasiyeti bilip, erkek arkadaşına kızıp, öyle bir şey olmadığı halde onu sosyal medyada şiddete meyilli veya sapık olarak linçletebiliyor ve erkeğin geri kalan tüm yaşamını olumsuz yönde etkileyebiliyor.

İnsan tabiatı gereği, yalana meyilli. Mutluluk, sevgi, merhamet, vicdan gibi kin, öfke, bencilik gibi duygularımızda var. Kişi bazen birinin iyiliği için, bazen ise sadece kendi iyiliği için yalan söyleyebiliyor. Ki bazen insanlar doğruyu değil, yalanı duymak, inanmak, kandırılmak istiyor. Durum böyleyken, post-truth çağında kaygı sorununa, bilgi kirliliğine, yanılmışlığa, etkileşimin kötüye kullanılmasına karşı nasıl önlem alınabilir?

Post-Truth ve Çözüm

Çözüm olarak kimileri sosyal medya ehliyeti veya medya okuryazarlığı eğitimi öneriyor. Ehliyet zorunluluğu insanın bu denli bağımlısı olduğu sosyal medyadan uzak tutmaya yetmez gibi gözüküyor. Kullanmak isteyen illegal yollarla yine ulaşım sağlayabilir. Medya okuryazarlığı ise eğitim sistemimizde ilkokulda veya lisede sanat ve bedene yönelik derslerde olduğu gibi boş ders olarak benimsenebilir ve layığını bulmaz gibi geliyor.

Ne kadar eleştirel düşünceye teşvik etmek amaçlansa da, küçük yaşlarda doğruların çocuğun zihnine empoze edilmesi, büyüyünce ne kadar eleştirel olmak isterse istesin, ön kabullerinden bağımsız bir düşünce sistemi inşa etmesi, hafızaya ve bilinçüstüne aykırı gibi gözüküyor. Ki kişinin yalanlara inanma eğilimi ve şüphe etmeden kabul etmesi gayet insanca gibi geliyor. David Hume, insanın günlük yaşamının alışkanlıklarıyla yani inançlarıyla sürdüğünü ilan etti. Onun için şüphe, akademide kalmalıydı. Sürekli eleştirel ve şüphe içerisinde bir tavır takınmak insanı diken üstünde bırakır ve çağın kaygılı insanlığına daha da bir kaygı ekler. David Hume’un filozof olun ama insan kalın tavrı, günlük yaşamda bunu imkansız kılar. Herkesin birer filozof olup, gerçeğin peşinden koşması mı gerekir? İnsanlık tarihinde değişmemiş bir meyil, şimdi gerçekten değişebilir mi? Kişi kendi inançlarıyla pekala, yaşayabilir ancak tek doğrunun kendisinde olduğu inancı ve farklılıklara tahammülsüzlüğü genele vurulduğunda bir problem yaratır. Kişi dinlemek istemez, sürekli anlatmak ister. Dinlese bile kendine yakın olan fikirleri dinleyip, kendi kendine konuşuyormuşçasına, kendini onaylar.

Post-truth çağına ve soy kütüğüne bakılacak olursa, çözüm P4C gibi bir pedagojik eğitimden geçer. Çocuğa, gelecekte düşünceler üretecek taze bir zihne ve karaktere, dinleyebilmeyi; farklı fikirlerin olduğunu, en önemlisi linçleme kültüründe kendini bulmadan, saygılı ve çirkin bir söylem kullanmadan kendisinin dinlenebileceği ve dinleyebileceği bir ortamın varlığının olduğunu, bunun gayet de mümkün olabildiğini kanıtlamak gerekir.  Asıl olarak taze zihin bir ön kabul edinecekse herkesin biricikliğini ve öznelliğini kabul eden ve aksi bir düşüncede biriyle karşılaştığında dünyanın sonunun gelmeyeceğini, doğanın ve yaşamın çeşitlilikte devam ettiğini edinmesi gerekir. Şayet kişi kendi biricikliğini ve farklılıkların olduğunu içselleştirecek olursa… En azından insanlığın psikolojisi, farklılığı bir kaygı nesnesi olarak görmeyi dizginleyebilir…

Kaynakça:

*Post-truth dönemde sosyal medya ile yerinden edilen gerçeklik ve hakikat | Sıla TÜRK

** https://www.gazeteduvar.com.tr/james-webb-teleskobu-cekti-diye-sucuk-gorseli-paylasti-ozur-diledi-haber-1576234

***https://evrimagaci.org/sosyal-medyanin-tehlikeleri-nelerdir-sosyal-medya-kullanimi-insan-psikolojisi-nasil-etkiliyor-13066#:~:text=Ana%20hatlar%C4%B1yla%20ele%20al%C4%B1nd%C4%B1%C4%9F%C4%B1nda%20sosyal,kutupla%C5%9Fma%20gibi%20genel%20sorunlarla%20ili%C5%9Fkilendirilmektedir.

**** https://evrimagaci.org/post-truth-gerceklik-otesi-yalanlarin-gercekmis-gibi-sunuldugu-bir-dunyada-hakikatin-anlami-nedir-8574

***** Yalan Haber, “Post-Truth” Kavramı ve Medya Üçlemesi: Geçmişten Günümüze Gündem Belirleyen Örnekler | Elif Başak SARIOĞLU