
Kaos Teorisi – Kozmos – Kuantum: Felsefi Düzlemde Bir Üçleme
Kaos Teorisi, karmaşık sistemlerin davranışını anlamak ve öngörmek için kullanılan bir
matematiksel modelleme ve analiz yaklaşımıdır. İlk olarak Edward Lorenz tarafından
1960’larda geliştirilen bu teori, ilerleyen yıllarda birçok disiplin tarafından benimsenmiştir.
Fizik, matematik, biyoloji, ekonomi ve felsefe gibi çeşitli alanlarda büyük etkileri olmuştur.
Kaotik durumlar genellikle bir süreliğine tolerans edilebilir veya hatta yaratıcı düşünme ve
yenilik için bir ortam oluşturabilmektedir. Ancak çoğu insan, kaotik bir durumun mümkün
olan en kısa sürede çözülmesini ve eski düzene geri dönülmesini istemektedir. İnsanların bu
şekilde hissetmesi, içgüdüsel bir eğilimden kaynaklanmaktadır. Çünkü insanlar, düzenli ve
tahmin edilebilir bir ortamda kendilerini daha güvende ve huzurlu hissetmektedirler. Ancak
bazı durumlarda, kaosun tamamen ortadan kaldırılması veya eski düzene geri dönülmesi
mümkün olmayabilir. Bu durumlarda, insanlar genellikle yeni bir düzen veya uyum yaratma
yollarını keşfetmeye çalışmaktadırlar. Örneğin, doğal afetler sonrasında veya büyük
değişimlerin yaşandığı toplumsal olaylarda, eski düzene geri dönmek yerine yeni bir normale
uyum sağlama gereği ortaya çıkabilmektedir. Günümüzde artık Güneş sisteminden
hayatlarımızı şekillendiren tüm sosyal sistemlere kadar birbirleriyle ilgisiz görünen pek çok
fenomenin kaotik bir yapıya sahip olduğunu görmek mümkündür. İşte tam bu noktada kaos
fikri, buz dağının görünmeyen kısmına işaret ederek, hayatımızda düzenli olduğunu
düşündüğümüz çoğu fenomenin gerçekte öyle olmadığını vurgulamaktadır.
Evrenin İçindeki Efsaneler ve Düzenin İzleri
“Khaos’tu hepsinden önce var olan, sonra geniş göğüslü Gaia, ana toprak, Sürekli, sağlam
tabanı bütün ölümsüzlerin, onlar ki tepelerinde otururlar karlı Olympos’un, Ve yol yol
toprağın dibindeki karanlık Tartaros’ta… Khaos’tan Erebos ve kara gece doğdu, Gece’dense
esir ve gün doğdu, Erebos la sevişip birleşmesinden…” (Hesiodos, Theogonia, s,116 vd.)
Khaos terimi, Yunanca’da “yarılmak, açılmak, doğurmak” anlamına gelen khasko (khaskein,
khastmasthai) fiilinden türetilmiştir. Khaos, Yunan mitolojisinde biçimsiz, karanlık ve sınırsız
bir boşluk olarak tasvir edilmektedir. Aynı zamanda Khaos, evrenin başlangıcında var olan
ve sonrasında gelen her şeyin kaynağı olan tanrısal bir varlık olarak kabul edilmektedir. Bu
anlamda Khaos, evrenin yaratılışının öncesinde mevcut olan bir durumu ifade etmektedir. Bu
açıdan bakıldığında Khaos, bir boşluk veya düzensizlik olarak düşünülürken aynı zamanda
potansiyel yaratma gücüne de sahip bir varlık olarak algılanmaktadır.
Yunanca mitolojisinde, Khaos’un ardından tanrılar ve evrenin düzeni ortaya çıkmaktadır. Bu
anlatılarda öncelikle Khaos’un yarıldığı ve sonrasında evrenin oluşum sürecinin başladığı
düşünülmektedir. Dolayısıyla, Khaos evrenin başlangıcında önemli bir rol oynamakta ve
mitolojik anlatıda içerdiği anlam bakımından tanrısal bir varlık olarak önemli bir konuma
sahip bulunmaktadır.
Hesiodos’un Theogonya şiirinde, yaratılışın başında Kaos’un olmadığı ve onun da yaratıldığı
anlatılmaktadır. Hesiodos, ‘ilk önce neyin var olduğu’ sorusunu yanıtlamaktan ziyade ‘ilk
neyin yaratıldığına odaklanmaktadır. O dönemde, felsefi olarak ‘sonsuz ilk neden’ kavramı
henüz ortaya çıkmamıştır ve bu tür sorular henüz sorulmamıştır. Antik kozmogonilerde,
evrenin sonsuz veya ebedi varlığı kabul edildiği için zamansal bir başlangıç kavramı “önce”
gibi bir anlama sahip bulunmamaktaydı. Yaratılış hikayeleri genellikle evrenin başlangıcını
anlatırken, bir başlangıç noktası ve bu başlangıç noktasından sonra ortaya çıkan varlıklar
arasındaki sıralamaya odaklanmaktadır. Hesiodos’un Theogonya şiiri de Yunan mitolojisine
ve yaratılış hikayelerine ait olduğu için, o dönemin kavramları ve inançları çerçevesinde
kendisine anlam bulmaktadır. Bu yüzden, Hesiodos’un eserinde Kaos’un bir yaratım sonucu
ortaya çıktığı, yaratıldığı ve bu yaratılışın başlangıcına dair bir anlatı olmasından hareketle
bugün kaos teorilerinde kabul edilen döngüsellik ile yakından ilişki kurabileceğimiz sonucunu
ortaya çıkarabilmektedir.
Yunan düşüncesinde doğanın keşfedilmesi ile birlikte rasyonel temelde yapılan bir eleştirel
düşünme ve tartışma biçimini beraberinde getirmiştir. Yunan filozoflarının doğa felsefesi
üzerine ve mantık alanındaki çalışmaları bu temelde gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Doğanın
keşfedilmesi, Yunan düşüncesinde doğal fenomenlerin keyfi veya rastgele olmadığı, aksine
neden-sonuç ilişkilerine dayalı bir düzenlilik içinde gerçekleştiğinin kanıtı olmuştur. Yunan
filozofları, gözleme dayalı akla dayanan çıkarımlarla doğadaki düzeni anlamaya
çalışmışlardır. Bunun sonucunda, evrende meydana gelen olayların arkasında bir neden-sonuç
ilişkisi olduğunu ve doğal olayların belirli yasalarla gerçekleştiğini keşfetmişlerdir. Yunan
düşüncesinde doğanın keşfedilmesi ve rasyonel eleştiri, filozofların ve bilim insanlarının
temel hedeflerinden biri olmuştur. Bu temel fikirler aynı zamanda Batı düşüncesinin
gelişiminde büyük bir etkiye sebep olmuş ve modern bilim anlayışının doğmasında da önemli
bir zemin oluşturmuştur.

Bu zeminin hazırlayıcısı konumundaki Pre-Sokratik filozoflar, doğal fenomenleri kızgın ya da
mutlu tanrıların eylemleri olarak açıklamak yerine, bu fenomenleri neden-sonuç ilişkilerine dayalı olan ve bugün de bilimin temel yöntemlerinden biri olan gözleme dayalı bir açıklama
yapma tercihinde bulunmuşlardır. Bu filozoflar, fenomenleri doğanın kendi iç dinamiklerine,
yasalarına ve onları oluşturan bileşenlerine bağlamışlardır. Örneğin Thales, ilk doğa filozofu
olarak kabul edilmiş ve O, deprem gibi olayları doğal nedenlere dayandırmıştır. Ona göre
depremler, dünyanın su üzerinde yer almasından dolayı bir gemi gibi sallanması sonucunda
meydana gelen doğal bir olaydır. Thales, bu şekilde doğal fenomenlere mitolojik tanrıların
müdahalesinden ziyade, fiziksel ve doğal sebeplerle açıklama getirme çabası içinde olmuştur.
Bu doğal açıklamalar, mitolojik ve tanrısal açıklamalara göre neden-sonuç ilişkilerine dayalı
ve sistematik bir yaklaşıma sahiptir. Pre-Sokratik düşünce,daha önce de belirttiğimiz üzere
antik dönemde bilimsel düşüncenin temelini atmış ve felsefe ile doğa bilimlerinin ayrılmasına
direkt olarak katkıda bulunmuştur.
Evrenin Harmonisinden Düzensizliğin İçsel Yapısına
“Kosmos’un arkhe’si nedir?” sorusu, bütünün parçalardan oluştuğu düşüncesine
dayanmaktadır. Bu düşünce, modern felsefenin kurucusu olarak atfedilen René Descartes ile
birlikte daha da ileri taşınmıştır. Descartes, bütünün anlaşılması için parçaların anlaşılması
gerektiğine dikkat çekmiştir. Analiz ve indirgeme yöntemini kullanarak karmaşık bir
fenomeni anlamanın yolunun, onu bütünden ayırarak bireysel bileşenlerine indirgemek
olduğunu savunmuştur. Bu yaklaşım, fenomenlerin temel unsurlarını anlamaya çalışırken,
onları daha basit ve anlaşılır bileşenlerine ayırma ve analiz etme sürecini içermektedir. Bu
şekilde, fenomenin karmaşıklığından kurtularak daha açık ve kesin bilgiye ulaşma imkanına
olanak sağlanmaktadır. Bu düşünce, bilimsel yöntemlerin temel taşlarından birisini
oluştururken bilim alanında olguların analiz edilerek anlaşılmasında yaygın olarak kullanılan
bir yaklaşım olarak da karşımıza çıkmaktadır. Parçaların anlaşılmasıyla bütünün anlaşılması
arasındaki ilişki, aynı zamanda bireysel unsurların davranışlarının ve etkileşimlerinin bütünü
nasıl şekillendirdiğini anlama çabasını da bizlere yansıtmaktadır. Bu şekilde, Descartes’ın
yaklaşımı, kompleks olan yapıların sadeleşmeye doğru nasıl bir istikamet aldığı üzerine bir
yol haritası sunmaktadır.
Bu yaklaşım Newton mekaniğinin de temelinde yer almaktadır. Newton mekaniği, doğal
olayları açıklamak ve matematiksel olarak ifade etmek için kullanılan bir teoridir. Bu teori,
hareketin yasalarını formüle ederken, fenomenleri daha basit bileşenlere, yani parçalara
indirgeme yöntemini kullanmaktadır. Newton mekaniği, küçük bir parçacığın hareketini ve
etkileşimlerini anlamak için analiz ve indirgeme yöntemini benimsemektedir. Ayrıca, Newton mekaniği, maddenin yapı taşlarının atomlar olduğunu öne süren atom teorisine dayanmaktadır. Atomlar, daha fazla bölünemeyecek en küçük parçalardır ve tüm maddelerin bu atomlardan oluştuğu düşünülmektedir. Newton mekaniği, atomların davranışını ve etkileşimlerini analiz ederek, maddenin hareketini ve fenomenlerin altında yatan neden-sonuç ilişkilerini açıklamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda, Descartes’ın yaklaşımıyla Newton mekaniği arasında bir parçalara ayırma ve analiz etme düşüncesi bakımından ortaklık
bulunmaktadır. Hem Descartes hem de Newton, fenomenlerin karmaşıklığını daha küçük
parçalara indirgeyerek, daha anlaşılır ve kesin bilgiye ulaşma çabasında ortak bir zeminde buluşmaktadırlar.
Newtoncu paradigma, evrenin hareketini basitleştirici ve indirgemeci bir yaklaşımla
açıklamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, kesin sonuçlar elde etmek için idealize edilmiş
durumları ve sabit başlangıç koşullarını varsaymaktadır. Böylelikle bu yaklaşım birçok
fenomeni yaklaşık ve kesin olmayan sonuçlar olarak açıklamaktadır. Ancak, gerçek dünyada
fiziksel olaylar karmaşık ve etkileşimli bir şekilde gerçekleşmektedir. Başlangıç koşullarında
çok küçük bir farklılık, sistemde büyük değişikliklere neden olabilmektedir. Bu, kaos teorisi
olarak da bilinen fenomenin bir parçasıdır. Bu nedenle, evrenin hareketi gerçekte Newton
mekaniğinin betimlediği gibi tamamen doğrusal olarak gerçekleşmemektedir. Tam bu
noktada, modern fizikte Albert Einstein’ın görelilik teorisi ve kuantum mekaniği gibi yeni
teorilerin ortaya çıkması önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu teoriler, evrenin daha
karmaşık ve kapsamlı bir şekilde anlaşılmasını sağlamaktadırlar. Görelilik teorisi, uzay ve
zamanın bükülmesini ve kütleçekimi gibi fenomenleri açıklarken, kuantum mekaniği, mikro
dünyadaki parçacıkların davranışını açıklamaktadır. Ortaya çıkan bu yeni teoriler, Newtoncu
paradigmayı genişleterek ve bazı durumlarda onu geçersiz kılarak daha gerçekçi bir açıklama
sunmaktadırlar. Evrenin hareketi, basit ve indirgemeci bir şekilde açıklanabilecek kadar
doğrusal veya kesin olmayabilir. Bu nedenle, bilimsel alandaki sahip olduğumuz bilgiler
arttıkça ve bunun neticesi olarak yeni bir anlayışı benimsedikçe evrenin daha karmaşık,
kaotik ve belirsiz bir doğaya sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalmaktayız.

Belirsizliğin Kozmik Dili: Kuantum
Kaos ve kosmos arasındaki karanlık dansı ahenkli bir yapıya dönüştüren evren en derin sırrını
belki de en küçük ölçeğinde saklıyor olabilir: kuantum düzeyinde. Bu düzeyde klasik aklın
neden-sonuç ilişkisine dayalı sınırları yerini olasılıklara bırakır. Parçacık mı, dalga mı? Var mı, yok mu? Kuantum mekaniği bize yalnızca fiziksel bir gerçeklik sunmaz; aynı zamanda düşüncenin, varoluşun ve bilgeliğin sınırlarında dolaşan bir felsefi ufuk açar.
Kartezyen felsefe insanları bildik toplumsal ve dinsel ortamlarından koparıp ‘ben’ ve ‘benim’
üzerine kurulu ‘benmerkezci’ bir kültür içine itmiştir. Newton’un görüşü ise bizi evrenin bir
parçası olmaktan çıkarıp atmıştır. Newton tarih boyunca kendimiz ve evren içindeki yerimizle
ilgili algılayışımızı günün geçerli fiziksel kuramlarına dayandırmıştır. Bu yüzden son birkaç
yüzyıldır fizikçi olsun olmasın herkesin kişisel felsefesi, kimlik algısı, diğer insanlarla ve
dünya ile nasıl ilişki içinde olduğuna dair düşüncesi bu kasvetli Newtoncu görüşün izini
taşımaktadır. Bu görüşün sorgulanmasını başlatan soru ise şu olmuştur: Eğer biz yaratılışın
kazara oluşmuş bir ürününden başka bir şey değilsek ve denetimimiz dışındaki sayısız gücün
oyununda bir piyondan ibaretsek, nasıl olur da hem kendimiz hem de ötekiler için anlamlı bir
sorumluluk taşıyabiliriz? Newtoncu mekanik dünya görüşünün insanı bu dünyaya nasıl
yabancılaştırdığını Michel Serres şu sözlerle dile getirmektedir: “İnsan dünyaya yabancıdır;
şafağa, gökyüzüne, her şeye yabancıdır. Onlardan nefret eder ve onlarla hep savaşır.
Bulunduğu çevre, savaşması tutsak edilmesi gereken tehlikeli bir düşmandır.”
Newtoncu mekanik dünya görüşünün insan ile yaşam arasındaki açmış olduğu bu mesafeyi
kuantum fiziği dünyasının inşa ettiği köprü ile geçebiliriz. Einstein, kuantum kuramının,
düşüncenin aşırı derecede zeki, paranoyak ve en uyumsuz elemanlarının karışımından oluşan
bir kuruntular sistemini çağrıştırdığını söylemiştir. Bu fizikten bahsederken kullanılan
sıfatların çoğu aynı cinstendir; saçma, garip, kafa karıştırıcı, inanılmaz vb. Çünkü Newton’un
fiziğinde hem dalgaların hem de parçacıkların rolü vardır, ama parçacıkların daha temel
olduğu ve her bir parçacığın maddeyi oluşturduğu düşünülmüştür. Kuantum fiziği için ise,
hem dalga hem de parçacık aynı derecede temel unsurlardır. Her ikisi de maddeyi birlikte
oluştururlar. Hiçbiri kendi içerisinde tamamlanmış değildir ve ikisi birden bize bir gerçeklik
tablosu çizmek zorundadır. Bu da, asla ikisine birden aynı anda net bir şekilde
bakamayacağımız anlamına gelir. Bu durum kuantum kuramının en önemli ilkesi olan
Heisenberg’in ‘belirsizlik ilkesi’nin özüdür. Belirsizlik ilkesine göre dalga ve parçacık
tanımlamaları birbirlerine engel olur. Varoluşun tam anlamıyla anlaşılması için her ikisinin de
aynı anda ulaşılır olması gerekirken, belli bir zamanda ancak birisine ulaşmak mümkündür..
Bu durumda elektron parçacık konumundaysa onun kesin durumunu dalga konumundaysa ise
hızını ölçebiliriz. Fakat asla aynı anda ikisini birden ölçemeyiz. Kuantumun doğasındaki bu
belirsizlik, kuantum mekaniği tarafından tartışılan temel felsefi sorunların, yani gerçekliğin
doğası sorunsalının odak noktasını oluşturmaktadır. Böylelikle kuantum belirsizliği gerçekliği algılamanın metaforik bir yolunu açmış olmaktadır. Çünkü kuantum kuramı bize belirsiz varoluşun kalbinde yatan dinamik akışın canlı bir resmini sunarak, bizi Newton’un ölü ve sessiz dünyasının ötesine taşımıştır.
Gerçekliğin kuantum seviyesindeki atom-altı parçacıklarının ortaya çıkış ve yok oluşlarında
bireysel kişiliklerin işlev ve doğasına ve bireysel benliğin hayatta kalış mücadelesine
bakışımızın izleri bulunmaktadır. Çünkü gerçekliğin sabit edimselliklerden değil de
bilebileceğimiz birtakım edimsellik olasılıklarından ibaret olduğu bir dünyada, kişi herhangi
bir parçacığın hareketini ne kadar derinden incelerse, bu hareket anlaşılması o kadar zor bir
hale gelir. Aynı şekilde bir elektron rastgele olarak atom içerisinde bir enerji durumundan
diğerine geçiş yapmaktadır böyle bir durumda öncesinde gayet sakin olan atom, öncesinde
hiçbir uyarı ve ‘neden’ olmaksızın kendi elektron enerji kabuğunda bir kaos deneyleyebilir.
Bu büyük oranda bir şans meselesidir. Ayrıca elektronlar yüksek enerji durumundan düşük
enerji durumuna ya da tam tersine yönde aynı olasılık dahilinde geçiş yapabilirler. Bunun
nedeni kuantum seviyesinde zamanı tersine çevirmenin mümkün olmasındandır. Kuantum
teorisinin ortaya koyduğu bu olasılık uzay ve zamanın gerçekliğiyle adeta dalga
geçmektedir. Hem dalga hem parçacık hem kütlesi olmayıp hem de enerji taşımasıyla evrenin
bir minyatürü olan fotonların, birkaç santimetre uzaklıkta ve evrenin bir başından diğerine
olan uzaklıkta düştükleri uzamsal ayrılığa rağmen sergiledikleri davranış biçimleri ürkütücü
derecede benzerlik göstermektedir; öyle ki sanki aralarında hiç uzaklık yokmuş gibidir. Artık
bu noktada hareket, davranış ya da olaylar için bir neden-sonuç ilişkisi aramak anlamsız bir
hale gelmektedir. Bu eşzamanlı davranış biçimi kuantum dünyasının ilişkilerinin temelini
oluşturur ve bu ortaya çıkan sonuç bizi Sokrates öncesi ‘varlığın birliği’ fikrinin modern bir
yorumlamasına götürmektedir.
Gerçeklik Biz Ona Baktığımız Zaman Oluşur
Ne zaman bir kuantum sistemini gözlemlemeye kalksak, karşımıza çok garip aynı zamanda da
can alıcı öneme sahip bir şeyin çıktığını, kuantum kuramı daha ilk ortaya çıktığı andan
itibaren göstermiştir. Gözlemlenmemiş kuantum olayı, gözlemlenmiş olandan tamamıyla
farklıdır. Bu Schrödinger’in kedisiyle ilgili hikayenin ana noktasıdır. Önceden dalga ve
parçacık halinde bulunan gözlemlenmemiş elektronlar, gözlem ya da ölçüm anında dalga veya
parçacık haline gelirler. Önceden, dar iki yarıktan aynı anda geçmeyi gizemli bir şekilde
başaran foton ışınları, birdenbire ya birinden ya da ötekinden geçmeyi seçerler. Kısacası
sonsuz olasılıklı kuantum dalga fonksiyonu görüldüğü ya da kaydedildiği anda tek ve sabit bir gerçeklik olarak çözünür. Bu yüzden Schrödinger’in kedisini, ona baktığımızda ölü bulmadık,
kimsenin anlayamadığı garip bir şekilde, kedi biz ona baktığımız için öldü yani gözlem kediyi
öldürdü. Gözlemci-katılımcının oynadığı rolü daha iyi kavramamız için eski bir İbrani
efsanesini hatrılatmamız gerekebilir. Efsaneye göre, Yehova ve İbrahim dünyanın bulunduğu
halde hangisinin payının daha fazla olduğu konusunda ateşli bir şekilde tartışıyorlarmış.
Yehova İbrahim’e şöyle seslenmiş: ”Eğer dünya benim için olmasaydı, sen var olmazdın.”
İbrahim şöyle cevap vermiş: ”Evet efendim, bunu biliyorum. Ama eğer benim için olmasaydı,
kimsenin sizden haberi olmazdı.”
Buraya kadar söylediklerimizden hareketle sonuç olarak şunları söylememizin yanlış
olmayacağı kanısındayım. Evreni anlamaya çalışırken aslında üç temel prensibin çevresinde
dönüyoruz: Kaosun göğsünde çarpan düzensizliğin nabzı, kosmosun içkin düzeni ve
kuantumun belirsizlikle örülmüş gizemli dili. İnsanlık tarihi boyunca mitolojik anlatılardan
modern fiziğe, insan zihni hem bir anlam arayışı hem de bir varoluş mücadelesi içinde yol
almıştır. Belki de evren ne tam anlamıyla düzenli, ne de bütünüyle kaotik bir yapıya sahipti.
O, aslında gözlemleyen bilinçle birlikte şekillenen bir potansiyeller alanı olarak karşımıza
çıkmaktadır. Gerçekliğin, biz ona baktığımızda oluştuğunu kabul ettiğimizde, artık sadece
evrene bakan varlıklar değil; evrenin anlamını, bakışımızla onu yeniden kuran katılımcıları
olma mertebesine yükseliriz. Böylece, kendimizi evrenden kopuk değil, onun derin
armonisinin düşünen, hisseden ve sorumluluk taşıyan bir uzantısı olarak görmeye başlarız.
Kaosun içinden doğan kosmos, kuantumun belirsizliğinde yankılanan özgürlükle birlikte, bizi
yeniden tanımlayan bir evren anlayışına davet etmektedir.
KAYNAKÇA
- David Ruelle – Rastlantı ve Kaos
- Zeynep Esenyel – Kaos ( A.kadir Çüçen – Metafizik Kavram ve Promlemleriyle Varlık
- Felsefesi)
- James Gleick – Kaos
- Hesiodos – Theogonia – İşler ve Günler
- Danah Zohar – Kuantum Benlik
Bunları da beğenebilirsiniz

Sanat Felsefesi | “Sanat, görünmez olanı görünür kılar”
Haziran 1, 2023
Mimamsa / Hint Skolastizmi – “Ritüeller Mokşa İçindir!”
Mart 6, 2023