Aşk felsefesi aşkın tarihi
Blog,  Felsefe

Aşkın Felsefi Tarihi | İnsanın En İlkel Radikal Deneyimi

Aşk şüphesiz ilkel bir duygu. Ve bu ilkel duyguyu, çağımızın her zerresinin içi boşaltılmış dünyasında hâlâ çekiyoruz. “Hadi ama şu çağda hâlâ aşk acısı mı?” derken, felsefeyi ve aşkı yalıtılmış kulelerden değil, yaşamın içinden konuşmak gerektiğini hatırlıyoruz. Çünkü aşk, tarihin her döneminde insana dair en çıplak sorulardan biri oldu. Felsefeyi yalnızca akıl yürütme olarak değil, insanın bütün varoluşunu; duyguları, arzuları, kırılganlıklarıyla birlikte düşünmek olarak ele alırsak, aşkın felsefi serüveni de insanın serüvenine paralel akar.

Filozoflar Aşk Hakkında Ne Diyordu?

Antikçağ’da Platon, Şölen’de aşkı insanın eksik parçasını arayışı olarak tanımlıyordu. İlk adım bedensel arzuydu ama asıl hedef ideaların bilgisine, saf güzelliğe yükselmekti. Platonik aşk, fiziksel bağın ötesinde ruhani ve entelektüel bir yolculuktu; insanı kendini aşmaya, erdeme yöneltiyordu. Aristoteles ise aşkı (philia) dostlukla birlikte düşünüyordu; erdemli dostluk, ortak iyi ve karşılıklı gelişim üzerine inşa edilir; aşk, yalnızca haz değil, akıl ve etikle örülmüş bir bağdır.

Helenistik dönemde Epikür, aşkı mutluluk ve acı perspektifinden değerlendirir: tutkular huzuru bozuyorsa aşk da yük haline gelir; dengeyle yaşandığında değerliydi. Stoacılar (Seneca, Marcus Aurelius) içinse aşk, tutkuların esiri olunmadıkça erdemle uyumlu bir duyguydu; disiplinle yönlendirilmeli, aklın ve doğanın yasalarıyla çatışmamalıydı.

Ortaçağ’da Augustinus, aşkı caritas ve cupiditas olarak ikiye ayırdı: Tanrı’ya yönelen aşk ruhu yükseltirken, dünyaya saplanan aşk yanıltıcıydı. Thomas Aquinas da aşkı hem Tanrı hem insan ilişkilerinde rasyonel ve erdemli bir duygu olarak tanımladı; tutkular akılla yönlendirilmezse sapkınlığa düşebilirdi. Tasavvuf geleneğinde ise Mevlânâ, aşkı insanın kendi benliğini aşarak evrensel birlikle kaynaşması olarak gördü.

Rönesans ve moderniteyle aşk yeniden dünyevileşti. Montaigne, aşkın her bireyde farklı yaşandığını, duyguların kendine özgü bir mantığı olduğunu söyledi. Pascal, aşkı Tanrı ve ölümsüzlük arayışıyla bağladı; insanı hem yüceltebilecek hem yıkabilecek bir tutku olarak gördü. Hume ise, aşkın insan doğasının doğal bir parçası olduğunu, aklın tutkuları yaratamayacağını ve rasyonel açıklamaların hep eksik kalacağını vurguladı. Aşk hem doğal bir tutku hem de kolektif bir oyundu.

19. yüzyılda Schopenhauer, aşkı türün devamı için doğanın oyunu, iradenin bize oynadığı bir yanılsama olarak tanımladı; Hegel için aşk, özgürlüğün paylaşımıydı; Kierkegaard, aşkı Tanrı’ya uzanan öznel bir sıçrama olarak kavradı; Spinoza’ya göre aşk, ruhun akılla birleşerek bir başkasına veya bir şeye duyduğu içten sevgiydi; sevdikçe hem onu hem de kendimizi daha iyi anlayabilirdik, bu da içimizde huzur ve güç yaratırdı. Nietzsche ise aşkı irade, güç ve yaratıcı coşkunun ifadesi saydı.

20. yüzyılda Sartre, aşkı özgürlük ve bağımlılık arasındaki gerilim olarak betimledi. Simone de Beauvoir, aşkın eşitlik olmadan baskıya dönüştüğünü söyledi; Roland Barthes aşkı dile taşıdı: aşk, dilin sürgünüydü, her aşk kendi sözlüğünü yaratır, başkasına çevrilemez, genellenemezdi.

Hint ekollerinde aşk, enerjinin akışıyla bağlantılıydı. Bhagavad Gita ve Tantra’da aşk, yaşam enerjisinin çakralar aracılığıyla dengelenmesiyle besleyici bir güçtü. Kundalini öğretileri, özellikle kök ve sakral çakra dengedeyse aşkın bireyi yükselttiğini, dengesizlikteyse ilişkilerin toksikleştiğini söyledi. Sufiler içinse aşk, insanın Tanrı’ya duyduğu özlemdi; dünyevi aşk, ilahî aşkın bir yansımasıydı.

Bilim Aşk Hakkında Ne Diyordu?

Tüm disiplinler felsefeden türedi, bu artık genel bir kabul. Bu anlamda diğer disiplinlerin söylediğini de düşünsel bir etkinliğin sonucu olarak aşkın felsefi tarihi içinde ele alabiliriz diye düşünüyorum.

Psikoloji ve biyoloji, aşkı felsefenin soyut tartışmalarından alıp doğa yasalarının alanına taşımaya çalıştı. Freud için aşk, bireyin bilinçdışı arzularının ve libidosunun dışavurumuydu. Modern psikoloji bağlanma kuramıyla, çocuklukta kurulan ilişkilerin yetişkin aşkına şekil verdiğini gösterdi. Sternberg’in üçgen kuramı, aşkı tutku, yakınlık ve bağlılık ekseninde ölçerken, nörobilim dopaminin yarattığı haz, oksitosin ve vazopressinin kurduğu bağlılık ile serotoninin düzenlediği ruh hâlini ön plana çıkardı. Carl Jung’a göre aşk, yalnızca romantik bir duygu değil, bireyin kendini ve ötekiyi bütünleştirme sürecinin bir yansımasıydı. Aşk, bilinçdışı ile bilinç arasındaki etkileşimi tetikliyordu; kişinin içsel gölgelerini, arzularını ve potansiyelini tanımasına yardımcı oluyordu. Yani aşk, insanın kendini ve diğerini keşfetme yolculuğuydu.

Evrimsel biyolojiye göre aşk, türün devamını güvence altına almak için evrimleşmiş bir stratejiydi. Ancak tüm bu bilimsel açıklamalar, aşkı yalnızca hormonların ve genetik programların ürünü olarak görmenin yetersizliğini ortaya koyar: aşk, kültürel, toplumsal ve öznel boyutlarıyla her zaman bilimin sınırlarından taşar.

Bu noktada, modern çağ aşkı daha radikal bir biçim kazanır. Sosyal medya aşkı sayılara indirger; algoritmalar tutkuyu, bağlılığı yönetir; görünürlük ve mahremiyet yer değiştirir. Dopamin patlamaları, oksitosin bağları, romantik ritüeller; hepsi performansa, tüketime dönüşür. Aşırı bireyselleşme, kişinin sınırlarını keskinleştirmiştir, bireye artık “ben” bilinci öyle bir sinmiştir ki bir “şey” ile bağ kurmak, bazen “ben”e ihanettir. Kişi, ilkelce yine aşık olur ama bunu bağ kurduğu bir ilişki modeline taşıyabilmesi, halbuki oldukça güdüsel bir yetiyken, öğrenilmesi ve çabalaması gereken bir külfete dönüşür. Yine de aşk hâlâ var ve hâlâ sarsar, çünkü aşk sadece bir duygu değil, insan olmanın radikal sınavıdır.

Kaynakça:

  • Singer, Irving. Aşk Felsefesi. Doruk Yayınları.
  • May, Simon. Aşkın Tarihi. Everest Yayınları.
  • Arthur Schopenhauer – Aşkın Metafiziği (Çev. Ahmet Aydoğan). Say Yayınları.
  • Simone de Beauvoir – İkinci Cins (Çev. Gülnur Acar Savran). Payel Yayınları.
  • Roland Barthes – Aşkın Söylemi (Çev. Tahsin Yücel). Metis Yayınları.