
Aşk Üzerine Felsefi Deneme | Saygı, Sınırlar, Rıza
Aşk… ilkel, ama öyle bir ilkel ki içinden taşar, taşarken yıkar, yeniden kurar.
Cesaret ister. Kendi kırılganlığını göstermek, açmak, başkasının dünyasına dalmak… Kendi sınırlarını korumak ve karşı tarafın alanına saygı duyarak var olmak…
Aşkın Sözleşmesi: Saygı ve Sınır Bilinci
Saygı, başkasının sınırını gözetmektir. Üst komşu rahatsız olmasın diye gecenin bir vaktinde tepinmemekle sınırlı değildir. Kendi varlığınızı başkasının alanıyla dengelemekle ilgilidir. Tıpkı toplumda yazılı ya da yazısız kuralların içimize işlemesi gibi, ilişkilerde de çiftler kendi sözleşmelerini kurar: ritimler, mesafeler, mahremiyet, doğruluk, bekleyiş… Bunlar örtük maddelerdir.
Karşılıklılık olmadan sözleşme olmaz. “Ben buyum”, “Kendim böyle istiyorum” yalnızca bir beyannamedir, sözleşme değil. Rıza iki imza ister. İhlal, işin kırılma noktasıdır: bir kez olur, uyarılır; sürerse huy olur. “Benim özgürlüğüm” diyerek ötekinin sınırını delmek özgürlük değil, tahakkümdür.
Hobbes’un korkusu, Locke’un mülkiyeti, Rousseau’nun rızası toplumu ayakta tutuyorsa, ilişkinin de kendi hukuku vardır: güvenlik, alan, onay. “Kendim olmak” adına ötekinin mahremiyetini, zamanını, duygusal kapasitesini gasbederseniz, sınır konur, mesafe alınır, sözleşme revize edilir ya da feshedilir.
Sevgi, özünde bir rıza rejimidir.
Bir ilişkide, sizin için saygısızlık olan bir davranışı defalarca dile getirmenize rağmen karşı taraf aynı tutumu sürdürüyorsa ve siz yine de orada kalmayı seçiyorsanız, bu durum fiilen o ihlâle onay vermeniz anlamına gelir. Rıza, yalnızca ilk baştaki kabul anıyla sınırlı değildir; tekrar eden davranışlar karşısında yenilenir ya da geri çekilir. Bu yüzden “şikâyet” etmekle yetinmek, aslında rızayı sürdürmektir. Gerçek sınır, ya ilişkinin sözleşmesini birlikte yeniden yazabilmekte ya da dürüstçe feshedebilmekte ortaya çıkar. Çünkü saygı, yalnızca ihlâlsiz bir alan değil; ihlâl gerçekleştiğinde kişinin kendi varlığını koruma iradesidir.
Saygının ve Sınırların Felsefesi: Aşk İlişkilerinde Bilinçli Farkındalık
Bir ilişkide, iki tarafın sınırları birlikte revize edilemiyorsa, o ilişki aslında oraya ait değildir. Kendi alanını dayatan ama karşı tarafın alanını hiçe saymayı huy edinmiş biri sonunda içten içe savunduğu “sadece kendi sınırlarım ve alanım” dediği noktada kendiyle kalsa daha mı iyidir? Böyle kişiler, birinin alanına saygı göstermeyi, kendi olmanın dışında bir şey olarak algılar. Unutmayın: bir insandan bir değer duygusunu zorla alamazsınız.
Saygısızlık sürekli tekrar ediyor ve kişi bundan bir şekilde sıyrılıyorsa, siz değişim bekliyorsanız ve hâlâ sonuç yoksa, o kişinin “ben bu kadarım, fazlasını veremem” demesiyle yüzleşmekten başka çareniz yoktur. Orada kalıp umut etmeye devam ediyorsanız, hele bir de ilişkinizin temelini umut üzerine kurduğunuzu sanıyorsanız, belirsizlik içinde bekler durursunuz. Ve bu durumda karşınızdakine kızmanızın pek bir anlamı yoktur.
Aşk acısı özellikle hayal ve umut kırgınlığıyla geldiğinde, kendinizle ciddi bir probleminiz yoksa, aşkın acısı, pekala dinebilir. Örnekleyecek olursak: bir yeriniz sakatlandı, doktorlar size dinlenmenizi ve kendinize iyi bakmanızı söyledi; başka çareniz yok, zamana ve bedeninize güvenmekten başka. Aşk acısında da durum benzerdir: Acının kaynağı olarak karşımızdaki kişiyi gördüğümüzden, umut kırıntılarıyla “şifa olsun” niyetiyle onunla iletişime geçeriz ve bu yarayı kaşımaktan başka işe yaramaz. Yapmanız gereken, yoksunluk krizini zamanla atlatmak ve kendinize iyi bakmaktır.
Hemen egzersizlere başlamamız gerektiğini söyleyemem; çünkü başlayamayabiliriz. Ama ağlaya zırlaya da olsa kendinize tüm kabulü yedirmek, umudu kesmek; kimi zaman aşkı nesneleştirdiğiniz kişiyle bütünleştirdiğiniz anlamsal bağları yakmak, dijital mecralardaki tüm kanıtları yok etmek veya ritüelleriniz varsa bağları kesmek, inançlıysanız ibadet etmek; bunlar içten bir başlangıç olabilir. Kurtulun. Sizin halkalarınızın genişlemesine engel olan biri, çok iyi biri de olabilir; ama hayatınızda böyle bir etkisi varsa, daha ileri gitmeden, kurtulun.
Saygısız tutumlar, bilinçli bir hiçe sayış da olabilir veyahut kişinin ilişki modeli de bu olabilir. Ama o noktada toksikleşmeden, birbirinize zorla bir sözleşme imzalatmaya çalışmadan, “birbirimizin varoluşuna hitap etmiyoruz” diyebilmek gerekir. Sınırlar, karşılıklılık ve saygı, aşkın özünde bir uygulamalı felsefedir.
Umut, Acı ve Özgürleşme
Schopenhauer’dan hiç haz etmem. Kendisi Buddha’ya sığınır, ama hayatında Budizm ruhu barındırmaz; Upanişadları da felsefesine copypaste’lemiş bir şahsiyettir, naçizane. Ama ondan size ve kendime şunu hatırlatmayı borç bilirim: Schopenhauer’a göre umut, acıyı erteleyen ama tamamen ortadan kaldırmayan bir tuzaktır. Aşk acısında umuda sıkı sıkıya tutunmak, acıyı uzatır; bazen onu kesmek tek gerçek özgürleşme yoludur.
Toksikleşen bir aşkı yine de devam ettiriyorsanız, sizin için aşkın ve bir aşk ilişkisinin ne olduğuna tekrar bakmanız gerekebilir: Belki de hayatınız çok yavandır, hissizdir; aşksızken monotonluktan, kendi varoluşsal sancılarınızdan rahatsızsınızdır. O noktada aşk, neşesiyle geliyorsa da acısıyla geliyorsa da bitmesini istemezsiniz. Kısacası, böyle bir durumda iyileşmek ve sınırlarınızı korumak değildir önceliğiniz, aşkın diri tutması sizi kısa sürede olsa varoluşsal sancılarınızdan kurtarıyor gibidir; böylece saygısızlıklara “tamam” diyebiliyorsunuzdur… Ve her ilişkiniz aynı döngüde yaşanır; kendi kısırlığında sizi tükettikçe tüketir.
Özetle, aşk, sınırlar, saygı ve karşılıklılık üzerine düşünmek, bir ilişkide sadece duygusal bir mesele değil, felsefi bir uygulamadır. Bilinçli farkındalıkla yaşanmadığında, acı ve hayal kırıklığı döngüsüne hapsoluruz; ama sınırlarımızı ve değerlerimizi gözeterek, aşkı hem neşesiyle hem acısıyla bir guru olarak kabul edebiliriz.

Aşk, İlişki Modelleri ve Farkındalık
Bazı insanlar aşk içindir, bazıları seks içindir, bazıları dostluk içindir mottosu, istisnalar dışında doğrudur. Bazen ise bir insan sizin ilişki modellerinizden hiçbiriyle denk düşmez. Veyahut o insan ilişki yaşanabilecek bir olgunlukta değildir; öyle bir gayesi de yoktur. Böylesi bir insanla zorlasanız bile bir ilişki inşa edemezsiniz.
Felsefeci bir arkadaşım bir keresinde aşk hakkında, nahif ama derin bir benzetme yapmıştı: “Sana ve bana dair tüm her şeyi bir kazana atıyoruz, karıştırıyoruz. Ortaya çıkan şey de aşkın iksiri oluyor.” Birinin varoluşunu uzaktan sevebilirsiniz; ama yakından sevebilmek, saygı duyabilmek, onun varoluşunu içtenlikle kabul edebilmek… bu ancak bir potada eriyebilmekle mümkündür.
Birini yobazca sevmek istediğiniz kadar “ben farkındalık sahibiyim, olayları masaya yatırırım, duyguların maverasına bakarım” da diyebilirsiniz. Ama bir duygu, hele ki bir kişiye akıyorsa, dogmatik bir şekilde savunucusu olabiliyorsunuz. Biri “düşündüğün şeye inanıyorsun, bir yerden sonra da o oluyorsun.” demişti. Haklıydı. Ve bunu yobazca sevdiğiniz bir ilişki modelinde fark etmek istemiyorsunuz. Düşündüğünüz şeyi birine atfediyorsunuz belki, ama o hayatınıza öylesi çekilmiyor; siz sadece zihninizde büyütüp, şişirdiğinizle kalıyorsunuz.
Aşk sandığınız bir duyguyla ilgili bir fetişiniz varsa ve o fetişi bir kişi üzerinde idealleştirdiyseniz, o sığlığın keyfine hiçbir şey değemez. Sadece istiyorsunuz; Machiavelli tavırla “Ya yol bulacağım, ya o yolu yapacağım” diyorsunuz. Taktikler, stratejiler… hâlâ boş olduğuna inanıyorum. İşleyebilir mi? Belki. Ama umrumda değil. Salt bir aşk yaşamayacaksam, bu aşk bende yaratıcı bir güce vesile olmayacaksa, neyleyim birini taktiklerle yaşantımda tutmayı.
Günümüzde patolojik kavramlarla kişilikleri adlandırmaya bayılıyoruz: narsist, borderline, toksik… Oysa bazen sadece onun ilişki modeli, seninkine uymuyordur. Onun senin ihtiyacını karşılamaya gönlü yoktur. Bu onu “kötü” biri ilan etmeniz için yeterli bir gerekçe değildir. Sen değersiz hissediyorsundur ve bu illa çocukluğuna dokunmak zorunda değildir. Gayet olağan bir şeydir: o kişi için değerli değilsindir. Ve içgüdüsel olarak bunu hissediyorsundur. Mesele sadece hal böyleyken orada kalmaya devam edip etmeyeceğindedir.
Bazı insanlar için aşk bir fetiş nesnesi arar. İçindeki boşluğu doldurmak, yükselten bir haz bulmak ya da aşağılık kompleksine merhem sürmek ister. O zaman aşk akan bir kaynak değil, nesneleşmiş bir amaç olur. Bağımlılık doğar, toksikleşme başlar, melankoli ve demagoji ile çirkinleşir.
Unutulmamalıdır ki aşık olmak kolaydır. Çünkü ilkeldir, içinizden akıverir, iradeniz dışındadır. Ama onu bir ilişkide üretici ve yüceltici bir duygulanım olarak yaşamak istiyorsak, gönlümüzden akan bir çaba gerekir. Sorumluluk ve özen gerekir. Çaba gösteriyorsan ve yine de olmuyorsa, o ilişki seni aşağıya çektikçe çekiyorsa, belki de o kadar gözünde yücelttiğin “biz” kavramının içi dolmamıştır. O sadece bir metadır: kafanda yarattığın, elle tutulmaz, tek taraflı bir yanılsama… Sen, o “biz” kavramına sıkıştırdığın şeylerle kendi zihnini bağlamışsındır.
Eric Fromm der ki, sevmek bir yetenek, bir eylem ve sorumluluktur; özen, bilgi ve emek gerektirir. Sevgi, sadece his değil, üretken bir etkinliktir. İnsan aşkını aklıyla, kalbiyle, ruhuyla inşa eder. Karşı tarafın alanına saygı duymak, kendine saygı duymak, ötekinin sınırlarını tanımak… Fromm’un sevme modeli hâlâ radikal ve felsefi. Aşk, sadece bir duygu değil, insan olmanın en derin laboratuvarıdır; sınırlar, özgürlük, bağlanma, paylaşma… hepsi deneyimle öğrenilir, yaşanır, hissedilir.
Aşk Hâlâ Bir Felsefi Mesele mi?
Evet. Kesinlikle. Ve neden hâlâ mesele? Çünkü aşk, insanın kendine ve ötekine dair en temel sorularından birinin adıdır: bağlanabilir miyim, özgürlüğümü kaybetmeden sevebilir miyim, acıya değecek kadar cesur muyum, diğerinin dünyasına kendi dünyamı sığdırabilir miyim, kendi benliğimle yüzleşmeye hazır mıyım, gerçekten birine güvenebilir miyim?
Bu sorular basit değil; tek bir yanıta indirgenemez. Aşk, yaşanırken düşüncenin de en yoğun ve en çıplak hâline dönüşür. Renkler değişir, algılar kayar, anlamlar yüklenir… Barthes der ki, aşk bir dile dönüşür; sözcükler, bakışlar, sessizlikler, dokunuşlar… hepsi yeni bir anlam üretir. Her aşk kendi sözlüğünü, kendi mitolojisini yaratır. Dışarıdan bakmak yetmez; her aşk, içinden yaşanarak anlaşılır. Dünyayı yeniden dizebilirsiniz: sabah güneşinin sıcaklığını, yağmurun ritmini, bir kahvenin tadını, bir bakışın uzunluğunu…
Ve tarih boyunca aşkı küçümseyenlere söyleyelim: Schopenhauer, türün oyunu sandın da insanın coşkusunu göremedin; Kant, tutkuyu ahlak sınırlarına hapsettin; Hume ise aklın tutkuların kölesi olduğunu ilan ettin, insandaki çıplak enerjiyi kavradın ama aşkın kendine özgü diliyle kurduğu derinliği belki tam göremedin. Sosyal medya filtreleri, algoritmalar, gösteri toplumları… Hiçbiri aşkı tutsak edemez, ölçemez, genelleyemez, indirgeyemez.
Fichte der ki, bir şeyi ancak başka bir şeyin karşısına koyarak bilebilirim. Bu anlamda aşk, kendimizi, karşımızdakini, yaşamı ve tüm renkleri, anlamları, algıları yeniden keşfetmektir. Âşık olmak, felsefe yapmak için belki de en radikal eylemdir. Ve evet, aşkın acısı da öyle: insanı en çıplak, en radikal noktasında buluşturur; insanı tanımanın, diğerini tanımanın, yaşamı tanımanın sınırına taşır.
Aşk hâlâ ilkel, hâlâ radikal, hâlâ bir felsefi mesele. Tam da bu yüzden, gümbür gümbür yaşanmalı; cesaretle, saygıyla, sınırlarla, tüm algılarımız ve yüklediğimiz anlamlarla, büsbütün.
Bunları da beğenebilirsiniz

Kant Felsefesi – Yargıları – “Görüsüz Kavramlar Boştur!”
Temmuz 28, 2021
Kadının Yurdu, Kadının Kurdudur | İkiliğin Kırılgan Dengesi
Temmuz 20, 2025